29 Eylül 2010 Çarşamba

bugün

çok konuştum, çok yazdım. blog'a da bir şeyler yazayım dedim, yer kalmadı zihnimde. şimdi de yatağıma giden yola bakıyorum. galiba uyumaya hazırım, tam anlamıyla. yarına güzel bir yazı gelecek inşallah.

oh

Okul başladığından beridir kendime yapacağıma dair söz verdiğim bir takım planlar vardı. Öncelikle oryantasyondan sonraki gün (cumartesi) gittiğim Şebnem Ferah Harbiye Açık Hava Tiyatrosu Akustik Konserini anlatan ekşiSözlük entry'mi bir de blogumda paylaşıyorum.

"mükemmel bir gecenin ardından yatağıma huzurla dönmenin sebebi olan konser.

konser öncesini anlatarak başlayayım. korkunç bir sıra vardı sol giriş kapısında. beşiktaştan kalkan dolmuşla gelenlerin direk olarak karşılaştığı bir sıraydı bu. herkes de haliyle gördükleri ilk sıraya katıldı, böylece uzayıp giden akılalmaz bir kuyruk oluştu. fakat taksimden yürüyerek gelenlerden birisi olarak biliyordum ki, uzun kuyruğun yanında 15-20 kişilik bir kuyruğa girip içeriye 3 dakikada girmek de mümkündü. onlarca dakika ayakta konser alanına girmeyi bekleyen çokça kişinin hakkını yemiş gibi, ama haksız da bir şey yapmıyormuş gibi hissetmenin ne demek olduğunu orda anladım işte.

sahne ise, her şebnem ferah konseri gibi şıktı. bir ev odasını andıran dekorasyonda, deri koltuk, siyah masa, 3 tane yerden yükselen sarı aydınlatma ışığı, arka tarafta davulun platformuna doğru yükselen kırmızı merdivenler, iki yanda yukarıdan sarkan avizeler vardı. güzel görüntüyü o kadar ciddiye almışlardı ki, metin türkcan'ı ile defa "üstlü" gördük. konser boyunca konuk olarak sahne alan bir ritim gitarist, bir klarnetçi ve 4 kişiden oluşan yaylı orkestrayla birlikte toplamda 13 kişi (gerçi 14 de sayılabilir, geri vokal yapan ceren tügen hamileydi) şarkıları akustik bir biçimde performe ettiler. şarkıları orjinal akışına çok benzer şekilde çaldılar. hatta davulun bile sesini bastırmamışlardı ki, birçok şarkıda oturduğum yerden kafa sallamaya niyetlendim. konserin tek kötü yanı, en sevdiğim albüm olan benim adım orman albümünden sadece 5 şarkı çaldılar (insanlık, ateşe yakın, eski, istiklal caddesi kadar, yalnız) . 9.30'da sahne almaya başlayıp, açık havada verilen konserin saat 12'de sonlandırma zorunluluğu gereği tam 12'de bitirdiler. "daha çok çalalım mı, engel var mı çalmamıza" diye sorup seyirciyi tek bir ağızdan "daha çok çalın" diye bağırttıktan ve "rejiden bir sorun yokmuş cevabı aldık, o zaman doya doya çalabiliriz şarkıları" deyip, yine de 12'de sahneden inince, biraz kandırılmış da hissettim açıkçası.

ayrıca, şebnem ferah dobra dobra şunları da söyleri : "olur olmaz kafalarına eseni yapanların sebep olarak "burası demokratik bir ülke" demesi üzerine, biz de geç saatlere kadar dilediğimiz gibi müzik yapıp "burası demokratik bir ülke" deme hakkına sahip oluyoruz". lafı gediğine koymak böyle bir şey işte.

hastasıyız."

25 Eylül 2010 Cumartesi

oryanta(n)s(i)yon

Tansiyonu yüksek bir oryantasyon oldu bu seneki. Öncelikle sabahın köründe SGM sahnesinde tek şarkılık spoiler performansıyla KoroSU ile konser verdim. SGM koltukları dolmaya başladığında, aniden sahneye çıkarıldık. Işıkların kapanıp, perdenin açılması o kadar ani oldu ki, perde açıldığında gitarımın jakı bile takılı değildi. Seyircilerin gözü önünde, o karanlık sahnede jak aradım bir süre. Allahtan turuncuydu jak, bulması kolay oldu. Ayrıca tek bir şarkıdan sonra sahneden ayrılmak istemiyormuş insan. Sahne hastalığı diye bir şey varsa, ben yakalandım.

İkinci konser de Shuffle ile açık hava sahnesinde gerçekleşti. Konser öncesinde teknik eksikliklerden kaynaklı bir problem oluştu. Uzun süren hararetli telefon görüşmeleri sonucunda "davulsuz mu, yoksa sistemsiz mi" prova alacağımızı tartışıp, davulsuz olmasının daha hayırlı olacağına karar verdik. Fakat şans eseri kurulan tek trampet, yamuk tom ve kick'ten oluşan bir davulla prova aldık.

Bu yorgun günün sonunda ise tüm gözler gülüyordü. Kıssadan hisse : I love the way müzikus moves.

17 Eylül 2010 Cuma

meydan-ı siyaset

Siyasi partilerin kendini sevimli gösterme zamanı oluyor böyle. Ne bileyim, sporla ilgilenmeler, maçlara gitmeler, sporculara prim açıklamalar, sonra müzikten de anlıyoruz öyle ki dünyaca ünlü bir müzik grubu Türkiye'ye geldiğinde onlara köprü gezisi yaptırmalar falan. Anlatmaya çalışayım azcık, bana hak vereceksiniz bence.

12 Dev Adam'ın devleşip dünya ikincisi olduğu turnuva sonrasında, Hidayet'in nezaket kuralları içinde ve olanca sempatikliğiyle istediği primi başbakan açıkladı hemen(kişi başı 1.5 milyon TL), hatta gizemli davranıp final için özel sürprizim var dedi. Final maçından hemen önce de seçim sonuçlarına dair yaptığı konuşmada, "Birazdan da maç var, umarım çifte bayram olur bizim için" dedi. Yine AKP referandum mitinglerinin birisine Hakan Şükür'ü getirmişti. Alt metin : Sporun ve sporcunun dostuyuz.

Bir başka örnek de, U2 geldiğinde başbakan hemen grupla bir odaya kapanıp, grubun Türkiye hakkındaki politik ve jeolojik düşüncelerini aldı. Ama yaptığı açıklamayla da, kendini öyle bir sevimli gösterdi ki : "Hapise giriş hikayemi anlattım, Bono kahkahayı bastı". Bu cümlenin anlamı da şu : "Haksız ve absürd bir şekilde hapse atıldım. Bono bile bana hak verdi ve o devirdeki hukuku eleştirir bir tavırla kahkahayla güldü". Öyle bir ilgilenildi ki U2 ile, Bono Türkiye'de her amatör müzik grubuna aylık maaş, yemek, yol artı SSK yardımı yapıldığını falan zannetse yeridir.

Şimdi yine bu sevimlilik halinin alt metinlerine bakacak olursak, şunlarla karşılaşıyoruz.
1 - "Biz de sizlerden biriyiz, biz de sanatın hastasıyız, aramızda hiç bir fark yok" mesajı vermek (halbuki adama yaklaşamazsın korumaları yüzünden, veya haksızlığa uğradığında mahkemeye veremezsin)
2 - Sanatıyla bir çok kişi tarafından saygı uyandıran sanatçılar ile iyi ilişkiler geliştirerek, ister istemez o sanatçıya değer veren insanların o siyasi kanala (parti veya başka bir şey olabilir bu kanal) sempati beslemesini sağlamak
3 - Üstelik, eskiden mecliste birbirlerine su atıp, tekmeler savuran siyasetçilerin, medyanın sanatçı ile ilgilenilen bu görüntüleri gereksiz yere defalarca göstermesi ile zihinlerdeki çirkin görüntüsünü biraz olsun temizlemek

Sevimsiz bir yazı olduğunun ben de farkındayım. Fakat yazmam lazımdı bunları.

Ayrıca tekrar okuyunca farkettim, "öyle ... ki" kalıbını yeni öğrenmiş gibi heyecanla kullanmışım yazıda.

11 Eylül 2010 Cumartesi

tarih

Bugünkü Türkiye - Sırbistan maçının en skoreri olan, 18 sayı atıp, 7 ribaund alan, kendinden beklenmeyen bir katkı yapan Sırbistan'lı Keselj'i ilk gördüğüm andan itibaren "Oğlum, birine benziyor bu, ama kime" diyordum. Sonunda buldum.

Bu Keselj.


Bu da Keselj'ye benzeyen, bin Galatasaraylı ile on bin Fenerliyi yok(tç) eden adam.



Dip not : 12 Dev Adam tarih yazdı bugün, dünya basketbol şampiyonasında finale çıktı. Kalbim hop oturdu, hop kalktı maç boyunca. Kerem Tunçeri'nin de bayramını kutlar, ellerinden öperim.

7 Eylül 2010 Salı

denizli

Denizi olmayan şehrimde batışını gördüğüm dördüncü güneş bugünkü. Dört güneş boyunca yaptıklarımı anlatayım biraz.
  • Lise arkadaşlarımla olan sohbetlerimin neredeyse tamamı, hala eski günlere atıf yapıyor. Eski anılara hala gözlerim yaşlı gülebiliyorum. Bunu yapabildiğin, başka bir yer var mı bildiğin ? (lise arkadaşları buluşması reklam sloganı)
  • Play-station3'te Pes oynamayı unutmuşum, alışması zaman aldı baya. Ayrıca, 2 saat aralıksız oynadığım için, ve sürekli sol baş parmağım konsolun yön tuşlarına bastığı için mevzu bahis parmağı şu anda kullanamıyorum.
  • İstanbul havasının ani bir düşüş yaşamasının akşamı kaptığım şifa (şifayı kapmak deyiminin aslında iyi bir anlamı olması lazım. şifa güzel bir şey değil mi ki, niye kapınca hasta oluyosun? ) dün iyice azalttı kendini. Otrivine' bağımlı oldum.
  • Köy hayatının hastasıyım ayrıca. Hayatın tadı bence, tarlaların kenarındaki böğürtlen çalılarından koparıp yediğin böğürtlenlerin, ellerini mora dönüştürmesidir.
  • Dünya basketbol şampiyonası da hala hayatımın yoğun bir paydasını oluşturuyor.

2 Eylül 2010 Perşembe

entrika

Dünya basketbol şampiyonasının Türkiye'de yapılıyor olması, Türk basketbolunun ne kadar önemli noktalara geldiğinin çok büyük bir kanıtı bence. Dünya basketbol şampiyonasına ilk kez 2002'de katılan Türkiye, 2010'daki şampiyonaya ev sahipliği yapıyor. Bu büyük bir gelişme. Kıl payı, bir oyla Fransa'ya kaçırdığımız avrupa futbol şampiyonasına üzülmeyi bırakıp, artık dünya basketbolunu ağırladığımız için sevinmeliyiz bence. Her gün, mümkün olabildiğince maçları ve istatistikleri takip eden bir insan olarak, bir süre sadece şampiyonayı yazabilirim buraya.

Basketbolu severim, zira lisanslı bir amatör basketbolcuyumdur. Ama mücadeleci basketbolu, terinin son damlasına kadar savaşan basketbolu, yenemiyorsa bile hala koşan basketbolu severim. Sahanın içinde bütün iyi veya kötü niyetli stratejik hamleleri de severim. Topsuz alandaki omuzlaşmayı da severim, çaktırmadan yapılan kol çimdiklemeleri ve dirsek atmaları da severim, çok da yaptım oynarken. Fakat oyunun sonucunun, maçtan önce yapılan hesaplamalar sonucu belirlenmesinden nefret ettim bugün.

Kısaca anlatayım : Fransa, grup ikinciliğinin en büyük adayı. Bugün, grup dördüncüsü Yeni Zelanda ile maç yaptılar. Normal şartlarda çok rahat yenecek seviyedeler, fakat basketbol bu belli olmuyor tabi ki. Maç öncesi yapılan yorumlarda, Yeni Zelanda'nın 12 sayı ya da daha farklı yenmesi halinde, Fransa'nın birden dördüncülüğe düşeceği ve Türkiye'nin 2. turdaki rakibi olacağı söyleniyordu. Kendileri de yapmış olacaklar ki bu hesabı, 12 sayı ile yenildiler. Türkiye ile eşleşmek neden bu kadar değerli, çünkü Türkiye grup birincisi olarak Amerika ile finale kadar eşleşmemeyi garantiledi. Yani Türkiye'nin fikstürü çok güzel. Gruptan ikinci olarak çıksalardı, çeyrek finalde Amerika ile karşılaşacaktı Fransa, bunu düşünüp Türkiye'nin fikstürüne hallenmeyi tercih ettiler.

İkinci büyük entrika da Yunanistan'dan geldi bugün. Yine favori olarak çıktıları Rusya maçında, önde iken 7 dakikada 2 sayı atıp geriye düştüler. Üçlük atan oyuncuya arkadan gereksiz şekilde faul yaptılar. Sonuç olarak yenildiler. Yunanistan'ın yenilmeyi istemesinin sebebi de, Fransa'nın grup 2. olacağını tahmin etmeleri, ve onlarla eşleşmek istemeleri. Eğer Yunanistan yenseydi, yaptıkları hesaba göre grup 3. olacak olan İspanya ile oynayacaklardı, ki son avrupa şampiyonu ile oynamak hiç de işlerine gelmedi. Onlar da yenildi.

Allahın sopası yok işte. Fransa da hesap kitap işine girişince, İspanya 2. oldu. Böylece Yunanistan boşuna yenildi, zira yenselerdi o grubun en zayıf halkası olan Yeni Zelanda ile oynayacaklardı.

Çirkin şeyler bunlar. Basketbolun zevkini körelten şeyler... Bugün okuduğum bir cümleyi daha iyi anladım şu anda : "Formula 1'de artık pilotlar değil, mühendisler yarışıyor." Bugün de basketbolu oyuncular değil, matematikçiler oynadı. Sinirlendim.

Dipnot : Türkiye'nin maşallahı var.