30 Kasım 2010 Salı

bölüm

Bu blog yazısı, hayatıma yön veren en önemli kararı anlatacağı için benim için diğerlerinden birazcık daha önemli bir yazı olacak. Genel olarak bu kararı verdiğim dönem boyunca kafamdaki dinamikleri anlatacağım.

Sabancı Üniversitesi'ndeki uygulamaya göre, mezun olacağı bölümü 2. sınıfın sonunda seçiyor öğrenciler. Bölümü konusunda kararsız olan bir çok öğrencinin Sabancı'yı tercih etme sebebi doğal olarak bu. Bölümü konusunda kararlı olanlar için de bir fırsat aslında, çünkü bir çok bölümden ders alıp, hangi bölümden daha çok zevk aldığını anlayabiliyorsun.

Bu güzel uygulama, pek bana uygun değilmiş. Çünkü ben üniversite tercih döneminde kararımı vermiştim, Endüstri Mühendisi olcaktım. 5 tercihimi de ona göre yapmıştım. Hatta bu kararı ÖSS'den 2 yıl önce vermiştim. Sabancı'yı kazandığımı görünce de, "2 yıl önceden karar vermiştim ben ama bana iki yıl daha veriyorlar" diye düşünmüştüm. Dünyanın en değişken, en sıkılgan ve en unutkan insanı için bu olay pek bir avantaj değilmiş. Zira ben 2 yıl boyunca bana tek meslek tercihi yaptıracak bütün sebepleri sırayla unutmaya başladım. Niye kendime en uygun meslek olarak gördüğümü kendime anlatamamaya başladım. O sıralar bilgisayar programlamaya giriş dersi alıp, çok zevk alınca bu dönem hep bilgisayar dersleri aldım. Bölümü deklare edeceğim zaman yaklaştıkça kafamda bilgisayar bilimleri'ni tercih etmek gibi bir düşünce oluştu.

Bu düşünce sebebiyle sürekli olarak "piyasadaki bilgisayar mühendisleri hangi konularla ilgilenir?" ve "bilgisayar mühendisleri neleri konuşur?" gibi soruları merak edip çeşitli bilgisayar dersleri almaya başladım. Chip, PC-Net, Java Dergisi gibi dergiler alıp inceledim. Bu arada bilgisayar bilimleri bölümü hocaları ile sürekli irtibat kurup, birlikte bir projeye adım atmak istedim. Fakat sonradan farkettim ki, ben bilgisayar mühendislerinin dilini konuşmuyorum, konuşmak da istemiyorum. Dergilerin hiçbirisini bitir(e)medim, dergilerde konuşulan hiç bir konu da dikkatimi çekmemiş. Hocaların heyecanlandığı projelerle zerre kadar ilgilenmiyormuşum. Bilgisayar hayatımı kolaylaştırsın, ama hayatım olmasın istiyormuşum. Ben daha fiziksel hayatıyla ilgilenen biriymişim, dijital hayatımın ön planda olmasından rahatsızmışım.

Bu yüzden kararımı Üretim Sistemleri ve Endüstri Mühendisliği'nden yana verdim. Bilgisayar Bilimleri'nin derslerini de ağırlıklı olarak alacağım. Matematik yan dal da yapıyorum. Yine belirtmek gerekirse, bu blog'u tarihe not düşmek için yazdım. Pek bir yorum beklemiyorum okuyuculardan.

26 Kasım 2010 Cuma

sahne

Üniversiteye (İstanbul'da yaşamaya) başlayalı iki sene iki ay olmuş. Hafızam o kadar kötü ki, ben bu süre içinde ne yaptığımı sadece geçmişte yazdığım tweet'lerden, facebook durum güncellemelerinden ve küçük kara defterlerime yazdığım notlardan hatırlayabiliyorum. Bana çok büyük hayal kırıklığı yaşatan, hayatımı 3 ay boyunca kötü etkileyen bir olay olmuş diyelim mesela bu süre içinde (ki çok seneler önceden bahsetmiyorum, 2 yıl olmuş maximum), ben bunu şu anda hatırlamıyorum. Aynı şekilde, beni çok mutlu eden, hatırladıkça gülümsediğim olayları da anca lafı geçtiği zaman (yani başka bir insan "abi sen şunu yapmıştın ya, ulan ne günlerdi heheh" dediğinde) veya başka bir yerden çağrışım yaptığında anlık olarak hatırlayabiliyorum. Kısacası, hafızam o kadar kötü ki, benim hayatımı etrafımdakiler benden daha iyi hatırlıyor.

Ama ilginçtir, "Bu sürede ne yaptım acaba?" diye düşündüğüm zaman, aklıma spesifik olarak konser tarihleri ve sahneye çıktığım zamanlar geliyor. Hatta hiç zorlanmadan ve hiç bir yere bakmadan hemen yazabilirim tarihleriyle birlikte. Şimdi böyle söyleyince 2 yılda toplamda max. 3 konsere çıkmışım gibi hissedildi, amma lakin ki öyle değil. Ahanda yazıyorum :

Mart 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Koç Fest, Koç Üniversitesi Sevgi Gönül Sahnesi
Nisan 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Levent İkiz Kuleler, AkçanSA Moral Gecesi
Mayıs 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Haydarpaşa Lisesi Gösteri Salonu, Marmara Üniversitesi Thinker & Talker Camp
Mayıs 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Sabancı Üniversitesi Sinema Salonu, CIP Güneş Günü
Ekim 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Ege Üniversitesi, MÖTBE Kültür Merkezi
Mayıs 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @SGM
Mayıs 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @Sabancı Üniversitesi Sinema Salonu, CIP Güneş Günü
Haziran 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @Spil Dağı, Zirve Dağcılık 10. Yıl Kutlamaları
Temmuz 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @Tuzla Sahil, Tuzla Belediyesi Halk Konseri
Nisan 2009, Aralık 2009, Nisan 2010 - Akustik konser @Hangar, feat. NaneLimon, NAT, Sufle, İsimsiz grup (Güçhan, Nedim, Berkay, ben)
Ekim 2009, Kasım 2009 - Shuffle @Hangar
Mart 2010 - Shuffle @Bronx
Ekim 2010 - Shuffle @Müzikus Hoşgeldin Partisi
Kasım 2010 - Shuffle @İndigo
Mayıs 2010 - NaneL. @Müzikus Okul Grupları Konseri
Mayıs 2010 - KoroSU @SGM

Bunların haricinde, ipod touch'ımı aldığım tarihi hatırlıyorum (çünkü özel bir günde çıkmıştı ve ben çıktıktan iki gün sonra almıştım : 11.9.9) . Amerika'ya gidiş dönüş uçak biletlerimi hatırlıyorum (ikisi de ayın 13. idi : haziran 13, eylül 13; ve ben "heheh, uğursuz günlerde uçuyorum, uçak düşmese bari" geyiği yapmıştım). Onun dışında özel hayatımdan da bi'kaç şey hatırlıyorum. Ama konser haricinde hatırladığım şeylerin sayısı bir elin 5 parmağını geçmiyor.

Buna tıp dilinde muhtemelen "sahne hastalığı", "sahne bağımlılığı", "sahnemanlık" anlamına gelecek bir sürü şey söylüyorlardır. Ne deseler haklılar.

Neyse ben biraz yeni albüm dinleyim. Kasabian'ın son albümü baya iyiymiş diyollar.

25 Kasım 2010 Perşembe

indigo

Dün gece saat 21.45'te biten bir sınavım, ve 23.00'ta başlayacak bir konserim vardı. Sınavımın olduğu üniversite ile, konserin olduğu istiklal caddesi arasında ise yaklaşık 50 km. Tüm bu aksiliklere rağmen çok başarılı bir konser geçirdik, hem kendi adıma hem grup arkadaşlarım adına çok iyi bir performanstı (insanların yorumları da bu yöndeydi). İnsanların "Shuffle kendini çok geliştirdi" demesini duymak çok mutlu ediyor beni. Mekanın en çok sevdiğim noktası ise, müzisyenlere 2 ücretsiz içki sağlaması oldu. Sınav stresini müzik ile atmanın tadı ise paha biçilemez. Her konser sonrası uzun uzun blog entry'si yazardım hep. Fakat bu konseri 24 saat içinde o kadar çok kritik ettim ki, artık bu konuyla ilgili pek yazasım yok. O yüzden kısa bir yazı oldu.

I <3 (küçüktürüç) Shuffle.

21 Kasım 2010 Pazar

varan

Denizli'ye ne zaman gidecek olsak, gidiş biletini alır almaz annemi ararım. Annem de, tatilden bir gün öncesine bizim (ben ve Ebru) için Denizli-İstanbul otobüs biletini alır. Hangi otobüs şirketinden alacağı tamamen o günkü ruh haline bağlıdır. Ona göre hiç farketmez. Fakat bu seferki bilet için özellikle Varan'dan al dediğim için, bundan 3 hafta kadar önce Varan'ın Denizli'deki yazıhanesine gitmiş.

Yazıhanedeki adam, "Bilet yok, üzgünüm" demiş. Annem bir süre adamla dertleşmiş, en son "Ben oğlum için alıyorum, kendim için değil, adı da Murat Mustafa Tunç oğlumun" demiş. Karşıdaki adam bunu duyunca, "Oo, Murat hep bizden alır biletini, Varan kartı da var, devamlı müşterimizdir o. Onun için olduğunu daha önceden söyleseydiniz ya" demiş, ve biletimi kesmiş tam istediğimiz güne. Annem bu hikayeyi telefonda anlattığında "Hıhı, evet, hadi anne kapatıyorum" demiş, inanmamıştım. Meğerse doğruymuş. Tatilde sürekli bunu anlattı durdu.

16 Kasım 2010 Salı

kurban

Kurban Bayramı'nın hiç değişmeyen bir kaç özelliği var. Mesela, Kurban Bayramı'nı hep Denizli'de geçiriyorum. Bayramın 1. günü köye gidip öğle yemeğinde kavurma yiyorum. Aynı yemekte, amcamlar, halamlar, babannem, dedem ve bizim aile toplaşıyor, sohbet ediyoruz. Bunlar 20 senedir olan şeyler. Fakat, en çok o birlikte kavurma yeyip, sohbet ettiğimiz uzun masanın hastasıyım ben. En kötü günümüz böyle olsun denir ama o "böyle"nin nasıl olduğu söylenmez ya, benim "böyle"m o masadır. Halbuki o masanın birliktelikten başka hiç bir özelliği yok (bi' de kavurma tabi, ama yemeğinde değilim ben). Yani sadece 4 aile birlikte yemek yiyor olmak ve bunu 20 senedir yapıyor olmak beni mutlu ediyor.

Ayrıca, dün dedem sakalıma "Güzel olmuş" dedi !! İki ünlemle ifade edilemeyecek kadar çok bir şaşkınlık içerisindeyim hala. Dedemin hayata karşı memnuniyetsizliğini kısaca şöyle anlatayım. Bundan 5-6 sene evvel dedem bir adak adamış, ve bunun sonucunda köydeki insanlara yemek yaptırıyordu. Bu sebeple iki tane aşçı tuttu, onlar yapıyordu yemeği. Dedem, ki yemek yapmanın y'sinden anlamaz, bu aşçılara gün boyunca karışıp, "Ooolm, o öyle mi yapılır, çekilin şurdan" diyen bir insandır. Benim de kişisel olarak sakalıma, küpeme, saçıma falan sürekli takılır. Direkt olarak bana hiç bi'şey demez ama, öyle bir laf çarpıtır ki, yerin dibine girerim ben. Artık beni küpeyle görmüyor mesela sırf bu yüzden. Onun yanına ne zaman gitsem, küpelerimi gömleğimin üst cebine koyuyorum, laf etmesin diye. Fakat galiba ömrümde ilk kez, dedemden güzel bir iltifat aldım, o iltifat da "kirli sakal"ıma olunca, haliyle bayağ şaşırdım. Gerçi ben üniversiteyi kazandıktan sonra bana karşı daha bir şevkatli yaklaşmaya başladı, anca 2 ayda bir yanına uğrayabildiğim için galiba. Yaşlılar daha çok özlüyor bence.

Tüm sevdiklerimin bayramını kutlarım. Öptüm gözlerinizden.

13 Kasım 2010 Cumartesi

çıldır

İki gece evvel, 11 kasımda geleneksel olarak kutladığımız bir Sabancı çıldırışına daha tanık olduk. Konu benim özel ilgi alanıma giriyor neredeyse, zira geçen sene bu konuyla ilgili bir yazım Okyanus Dergisi'nde yayınlanmıştı. Bu yılki çıldırmayla ilgili de bir inceleme yazısı yazayım istedim, oturdum sözlüğün başına yazdım olabildiğince.

"geleneksel olarak 20 kasımda yapılan çıldırmamızın, tatil dolayısıyla mıdır bilinmez, 11 kasıma alınarak yapılanıdır.

ayrıca geçen senekinden farklı olarak, çok güzel olmuştur. sebebleri de vardır, şimdi yazacağım : (geçen senekinin güzel olmamasının sebepleri : ahanda )

- öncelikle beklenmedik bir zamanda yapıldı bu etkinlik. o kadar beklenmiyordu ki, çıldırma başladığında "yurtlarda çıldırma başlamış, lazerler falan sallanıyormuş" dendiğinde bana, "olm, her gün yapıyolar onu a6'da" deyip inanmamıştım. geçen sene bu konuyla ilgili okyanus'a yazdığım bir inceleme yazısında demiştim ki : "20 kasım ruhu devam etmeli, ama 20 kasımda olacak diye tutturmayalım. 5 nisanda veya 3 ekimde "20 kasım çıldırması" yapalım. diğer türlü spontane gelişmesi gereken bu çıldırmanın facebook event'i bile oluyor, hoş olmuyor." hakkaten de dediğim gibi yapıldı bu seneki. çok spontane gelişti. dolayısıyla tam bir seferberlik halinde herkes, her türlü anarşi örneği gösterdi okulda. projeksiyonla dedeler gösterildi yani, ötesi yoktur herhalde. a1'in 3. katından damacanalar atıldı aşağıya.

- ikincisi, üst üste gelen yasaklar, kapatmalar sabancı öğrencisi'ni çileden çıkarmaya başlamıştı zaten. son hamle olarak da sabancı'yı çekilir kılan en önemli unsur bk'nın kapatılması, insanların içine patlamayı bekleyen bir bomba gibi yerleşti. bu bomba da, hem geleneksel olan, hem de yemek eylemlerine kıyasla daha yüksek bir anarşi düzeyine çıkabilen bu eylemde patladı resmen. özellikle projeksiyonda sık aralıklarla yansıtılan "bk'ya uzanan eller kırılsın" görüntüsü motivasyonları arttırarak, olayın gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürmesini sağladı.

- üçüncü olarak da sınavların yine yoğun olarak yaşandığı bir haftadan sonra yapılınca, ister istemez tutuyor böyle bir eylemsel bağırış. "sikecem ama şu dersi, yeter ulan" şeklinde dolaşıyor insanlar zira.

not : uzun eşek oynamayı özlemişim lan (yastık bile olsam hoşuma gitti olm)."

2 Kasım 2010 Salı

iverson


Benim yaşım 8'di, senelerden '98. Salonun kapısının arkasına asılmış küçücük bir basket çemberi vardı (panya olmadığı için pota diyemiyorum) ve o çemberin içine anca sığan bir basketbol topum vardı. Türkiye basketbol ligini takip ediyordum salondaki büyük televizyonda. Efes Pilsen maçı vardı ve ben Mirsad Türkcan'ın aldığı rebound'lara, atladığı toplara, çılgınlar gibi sevindiği basketlerine bakıp, o topu o çemberden atmaya uğraşırdım her mola verildiğinde. Her basket olduğunda da "mirsat attı sayın seyirciler" diye bağırıyordum. Ben ki, geçmişimi ailemin benim hakkında anlattığı hikayeler ile hayal edebilen bir insanım. Küçüklüğüme dair çok çok az anım vardır. Biraz önce anlattığım anı ise tamamen içimdeki en yüksek duyguların patlaması sonucu (hırs, azim, istek, kazanma arzusu) hatırımda kalmış birkaç saniyenin öyküsüydü.

O sıralar NBA izleyemiyorum tabi, daha NBA TV'ye geçmemize 5 sene vardı aile olarak. Fakat duymuştum ki, yine aynı senelerde Mirsad'ın Türkiye'de yaptığını NBA'de yapan, yani her topa atlayan, her rebound'a çıkan, Iverson isimli bir basketbolcu vardı. Bir arkadaşım "ayvırsıııın, ayvırsın atıyooor" diye diye turnike atardı tek başına okul bahçesindeki potaya. İnsanlar Iverson'a özenerek basketbola başlıyorlardı. (basketbola başlatanın Jordan olduğu bir dönem daha varmış eskilerden) Hani mihenk taşı denir ya, dünya basketbolunun mihenk taşlarından biridir işte bu Iverson.

Şimdi bu adam önümüzdeki iki yıl boyunca Beşiktaş Cola Turka'nın 3 numaralı formasını giyecek. NBA'in all-time sayı ortalamasında Jordan'dan sonra ikinci gelen bir adam, Beşiktaş Cola Turka'nın formasını giyecek. Kombine almaya hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi. IVERSON OLM.