27 Şubat 2010 Cumartesi

İpad

Ipad'a "ayped" demek ile, "aypad" demek arasındaki 7 fark:

- Ayped demek, olduğu gibiliğin sembolüdür. Grubu olan varsa bu insanlar içerisinde, şarkıları olduğu gibi cover'larlar. Aypad ise, özgün ses, "sinemada yeni bir soluk" demektir.

- Ayped diyenler, Ipad'in tanıtım videosunu izlemişlerdir, aypad'çılar Fatih Terim'le bir süre zaman geçirip ingilizcelerini dumura uğrattıktan sonra, tanıtım makalesini okumuşlardır.

- Ayped diyenler, "aa, yeni mi çıkmış, ince miymiş" tarzındaki kadın sorularına gögüs germeyi baştan görev bilmişlerdir, aypad'çılar ise buna cesaret edememiştir.

- Ayped 499 dolar gibi (vergisiz) ucuz bir fiyata satılmaktadır, aypad yoktur.

- Ayped diyenler sies, tielel dedi, aypad diyenler hist dedi (bunu okuyanın kafası karıştı, alttakine geç).

- Ayped demek, "dur, şunun gönlünü hoş edelim, he diyelim" şeklindeki kabullenişçiliktir, aypad gereksiz ısrardır, yarım milliyetçidir, sonunu yazıldığı gibi okur.

- Ayped, "önünde sonunda benim olacaksın" tadında vakurdur, taviz vermez. Aypad, talaş alevi gibi hızlı parlayıp çabuk söner, günün adamıdır ama ay sonunda ortadan kaybolur.

Vedat Özdemiroğlu'nu takip eden varsa, bu yazıya özenti diyecektir; onlara Osman Bay Demir dedikten sonra şunu diyorum, "en azından ipad insanın kendine yakışanı giymesidir demedim.".

Need for Vacancy

Niyetimi az çok belli ettim kendime. Akademik kariyerime, küçük bir asistanlık göreviyle başladım sanıyorum. 3 ay önceden verilmiş spoyler'a, spoyler denmezmiş, unutulurmuş çünkü. Ama bir kararlılık var, inanıyorum. Akademisyenlikle ilgili hiç bir sıkıntım da yok açıkçası. Üzerinde çalışacağım kitabı Akmar'dan almamak koşulu ile kabul edebilirim seve seve. Yine de kafamı toparlayamadığım bir konu var ki, o da bölüm seçmek. Tabi, bölümüm de beni seçmeli aynı zamanda. Keşke bunun kolayı olsa, bölüm beni öldürmeye çalışsa da o zaman anlasam mesela. Ya da Social and Economic Engineering isimli bir bölüm açılsın.

Zihnimde güçlü bir yer edinmiş çok fazla insan yok açıkçası. Ama "şahane adam" dediğim biri var bu ara. Kahvaltıda falan bazen karşı masada oturuyor bu ince sesli adam. İki gün önceki konuşmasında, "Ben hapishanedeyken kendimden 10 yaş küçük kız kardeşime uzun mektuplar yazardım." dedi, "Geçen yine hapisteyim" tarzında.

Bir önceki paragrafta anlattığım konuşmadan sonra, şarap ikramı vardı. Dadandım haliyle. Sonrasında da kendime bir şey ispatladım, bir gösteriyle, gösteriden önce /sonra ikram edilen şarap arasında ters bir orantı var. (İlgili bkz. Jacky Terrason konseri ile konuşma)

3 ay öncesinden spoyler verebileceğim mayıs ayı konserleri şöyle ki: Neşeli GK 5.yıl konseri @sgm, Neşeli GK Ege Üni. Şenlik @izmir, KoroSu time konseri @sgm.

Başlığa dönecek olursak da, boş vakitlerimde nasıl eğlenebildiğimi görünce (balık-rakı, how i met, puzzle) kendime biraz daha boş vakit arar oldum. Boşluk doldurmak için duyuru atanlar da, umarım kendilerine en layık insanı seçerler, amin.

Not : Castrato'yu İtalyanca zannediyordum, castrate'den geliyormuş, ürktüm. I love the way Baroque moves.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Mavi

Hayatımdaki en yeni şeyleri yazıyorum,

Mavi bir defter: umarım yeni dönem cümlemiz adına hayırlara vesile-i şahit olur.

Turuncu bir dosya: derslerimle ilgili her türlü dosyayı koyabileceğim genişlikte.

Siyah bir taç: evet abi, saçım baya uzadı.

Tears Naturale Free gözyaşı damlası: tamamen doğalmış ve zararı yokmuş, öyle dediler, kaleciler falan hep bunu kullanmış, bilgisayar karşısında kızaran gözlere iyi gelirmiş, az uyuduğun günlerde de faydasını görürmüşsün.

MuteMath'in son albümü: şeker gibi bir albüm yapmışlar. Darısı tüm diğer sevdiğim gruplarımın başına. Tabi Pink Floyd ve Led Zeppelin için aynı şeyi söylemek mümkün değil, söylersem gülersiniz (bkz. bir alttaki yeni şey)

"Dostoyevski'nin son kitabı geldi mi ?": bu başlığı sözlükte okudum, gülmekten yoruldum.

Akşamları KöpüklüKahve'den waffle yememe kararı: bu karara vesile olan birkaç şey olsa da, ve bu sebepler güpegündüz bana bu kararımı hatırlatsa da, bugün dayanamayıp yine yedim.

Dört : Ay.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Format

Dönem başlangıçlarındaki heyecanımı gören birkaç kişi var yeryüzünde. Bu heyecana yeni tanık olanlar da var. Bilenler bilmeyenlere anlatsın demeyip, kendim yazmaya karar verdim hepsini: "SUCourse'taki 7 dersin ve yığınla birikmiş learning modules, announcements, assignments'ın bir anda silinip, yerlerine yeni başlıklar, boş duyuru sayfaları ve yeni syllabus'ların yerleştiğini görünce ister istemez zihnimde "güzel günler göreceğiz, güneşli günler" şarkısı dönüyor."

Avatar filmini IMax stüdyosunda izledim, dünyanın en çok kırmızı gül satılan gününde, ve şunu söylüyorum: "Yüzüklerin efendisini sinemada izledikten beridir, bu kadar soluksuz izlememiştim hiç bir filmi." Çok eleştirdiler senaryosunu, hatta bir arkadaşım "Yönetmen Titanic'in yönetmeni, demek ki çalıştığı insanlar reklamcılık sektöründe bir numara" diye filme laf soktu. Bana sorarsanız zaten bir Memento senaryosu, ya da İki Dil Bir Bavul gibi derin bir konuyu işlemesini beklemek pek akıl karı değil. Matrix'ten (ç)alıntılar gözümden kaçmadı yalnız, o insan hareketlerine duyarlı zırhlı makina, ve bir bedende uyuyup diğer bedende uyanma olayı.

İhsan Oktay Anar'ın Kitab-ül Hiyel'ini okuyorum. 21.yy'da Osmanlıca dilini yeniden canlandırma fikri ve bu konudaki iradesi (Puslu Kıtalar Atlası'nı da o dilde yazdı) bana büyük zevk veriyor. Her kelimeyi anlamıyorum tabi, ama kitabın genel seyrini çok rahat takip edebiliyorum. Bana sanki başka bir dili doğuştan biliyormuşum hissi verdi.

Bilgisayarıma format atıldı ve artık 16 aydır yeni albümler dışında sabit olan müzik arşivime eklemeler ve yenilikler getirmenin vaktinin geldiğini düşünüyorum. Galactica ile zevk aldığımı farkettiğim funk müzik türünden eserleri ekleyeceğim ilk olarak, lay down that boogie and play that funky music till you die.

Pinhani bana eski lise grubumu hatırlatıyor. Konserlerinde müzikten başka bir şey yok, ne bir görsel kaygı, ne de sahne şovu (Akın Eldes'in Ağlama'daki muhteşem koşu hareketini saymıyorum). Tabi müziklerini yüzde yüz verimli çalmaları lazım geliyor öyle olunca. Ankara'dan gelip akşamında Balans'a konsere çıkmak zor zanaat.

Toparlayamadım. Küt.

9 Şubat 2010 Salı

Hayal Kahvesi

Geçen pazar, taksimde sabahladık. Galactica diye bir grup varmış, iyi çalıyorlarmış, "eeylendiriyo aabi", "gitar coşştu aabi resmen" gruplarından iyilermiş. Bunun üzerine canlı dinleyelim dedik ve pazar gecesi saatler 00.30'u gösterirken, Hayal Kahvesi'nin vestiyerindeki bir askıda kırmızı bir atkı, siyah, şapkalı bir bere ve birkaç mont bulunmasına sebep olduk.

Ünlü kişinin müzisyen olanına hastayım. Buket Doran elimi sıkarken, "Merhaba, ben Buket" dedi. Abi, şimdi bir insan, ismi 6000 kişilik Şebnem Ferah konserinde bangır bangır söylenince azıcık şımarır değil mi? Yok abi, hatun hala misafirliğe gitmiş insan ağırbaşlılığında. Matbaa bize geç geldi belki ama, Buket batının iyi yanlarını almış göründü gözüme. İyi de çalıyor.

İtiraf edeceğim, bildiğim 2 şarkı vardı topu topu. Ama şarkıların hepsini bilsem, bu kadar eğlenemezdim gibi geliyor. Eğlenceli Funk müziğin de hastasıyım.

Gitarist, solo atmadan önce, dikkatleri gitarın üzerine öyle habersiz çekiyordu ki, 10 saniye boyunca "solo atıcam, solo atıcam" fısıltıları vardı sahnede. "I didn't see them, but i can hear them, they whisper-.. Jack,Jack-.. What happened Sayid-.. We not alone." gibi düşün. Solo atarken de bir kaşı havaya kalkıyordu zaten.

Yankı geldi bir ara, hasret giderdik, avuttuk biraz (çok üzülmemiş gerçi elendiğine).

Erkek vokalleri, Can, o kadar şahaneydi ki, Wicked Game'i söyledikten sonra, kadın vokalin söylediği yerlerin ince back vokallerini yaptı. Bir de 32 tane dişi var, saydım.

Taksim Bambi Cafe 05.00'da kapanıyor. Murat Çorbacısı'nın mercimek çorbası baya kötü. Ama sabaha kadar açıklar maşallah, her ne kadar garsonların gözlerindeki kırmızı kapatmak istese de. 07.00 Taksim Shuttle'ı da 4.Levent'e uğruyor, sonra shuttle'da uyanıp "Nerdeyiz lan biz, burası neresi, oha, böbreğim nerde" telaşını yapmayın. Biz yaptık, güldük, eğlendik, orası ayrı.

6 Şubat 2010 Cumartesi

On İki

On iki gün olmuş Denizli'ye ayrılalı. Vakit öyle özlem dolu geçti ki, sormayın gitsin.

İstanbul'a çok geldim otobüsle, ama biraz evvel ilk defa, İzmit'i uyuyarak geçmedim (kahvaltı servisi falan yapıyolarmış lan). Sol tarafta önce ta uzaklarda bir liman, bir kaç gemi göründü. Sonra gemiler çoğaldı, liman da iyice seçilmeye başladı. Sonra baya deniz, kum, güneş gözler önünde kendilerini sergiledi. Azcık daha ileride, sahil kent sitesinin yanından geçtik, karayolu ile deniz arasında, sadece tek şeritli sahil evleri var idi. Bir süre sonra onlar da kayboldu, artık önümüzdeki aracı sollasak denizle burun buruna gelecek haldeydik. Sonra böyle bi' ışık.

Denizli'deki evde herkesin kendine ait bir battaniyesi vardı. Ama yataktaki battaniye değil bahsettiğim, yemek falan yiyordu bizimle yazık. Soğuk, ayaz tabi orlar (Ah Egeliler).

House izlerken her bölümde, şükür yareppim, bak, gör, ne durumda olanlar varmış, diye düşünen bir tek ben miyim merak ediyorum. "Evladım, dizi o" desin biri bana.

Bu arada, iki paragraf üstteki hikaye şakaydı ha. Yok ışık mışık.

Taksi şöförünün Desmond'a benzemesi peki. Ya da ben çok Lost izliyorum. Lost demişken, ilk yayın iki saat olacak dediklerinde, hmm, öyleyse 40ar dakikadan 3 bölüm, oley, deyip Lost'un reklamsız, reklam geliri olmadan çekildiğini düşünmüş olmamın bi' sebebi olmalı bence. "Öyle çikiliyo zannediyo"muşum meğersem. Mendil mi lan bu.

Yankı Akoğlu'na bu geceki canlı yayın-yarı finali için bol şans diliyorum. Provalardaki kadar güzel söylerse hiç şüphem yok ki yetenek o.

O kadar zor muymuş ya, on iki gün. Neyse, bitti artık, geldim ben.