30 Ekim 2009 Cuma

Film 101 - İki Dil Bir Bavul

Film 101 - Lecture 2 - İki Dil Bir Bavul


Bugün Beyoğlu Alkazar sinemasının önüne geldiğimde, inşallah 19.30 seansının biletleri tükenmemiştir diye düşündüm. Tükenmemiş, iki tane aldık. Oturduk ve beyaz perdede oynamaya başlayalı sadece 7 gün olmuş ikisi uluslararası 6 ödüllü bir filmi, ikinci bir ağzın önyargılarından yoksun bir şekilde izlemeye başladık.

Filmin öyküsü kısaca Denizli'li, çiçeği burnunda bir öğretmenin doğu görevine Diyarbakır'ın bir köyünde başlaması ve ilk yılı üzerine. Fakat okul ile ilgili iki büyük sıkıntıyla karşı karşıya, birisi okulun fiziksel yetersizliği (tek sınıf var okulda, okul sobalı vs.), ikincisi de birinci sınıf öğrencilerinin neredeyse hiç birinin Türkçe bilmemesi. Başlarda, fukaralık üzerine gönderimler yapılıyor, mesela çeşmeden su akmıyor, okulun içinde çeşitli böcekler yuva yapmışlar, elektrik çok sık kesiliyor, ve köyde taştan başka hiç bir şey yok neredeyse (bkz. görsel2). Annesi ile olan bir telefon görüşmesi var, çok kritik "hiç bir şey yok ya anne, hani farkındaydım bir köye geleceğimin ama hiç bir şey yok burda".

Yetersizlikler içerisinde başlayan okul macerası, dilini anlamayan bir sınıfa kendini anlatma derdi de girince, öğretmen iyice sıkıntıya giriyor. Çocukların dil bilmemesi tek sorun değil, kalem tutmayı, kalem açmayı, çöpü kullanmayı, tuvalete tek başına gitmeyi bile bilmiyor çocuklar. Bu dertler, o kadar ince detaylar ile komik fakat olağan bir dille anlatılmış ki yönetmenler tarafından, filmi belgesel tadında veya ağır ödüllerle donatılmış bir nuri bilge ceylan durağanlığında, sıkıcı fotoğraf kareleri ile oynatılmış bir film olmaktan çıkarıyor. Nuri Bilge Ceylan'ın hastasıyımdır, ama eksik noktaları olan bir yönetmendir, mizahı eksik kalmıştır mesela. Bu film, mizahı ile bir basamak atlamış gibi duruyor seyircinin gözünde ( ve tabi ki de benim gözümde). Öğretmen gözünden bir çıldırışa tanık olmayan da bir film. Çünkü, anlatılandan, olması gerektiği gibi düşündürülenden o kadar farklı bir durumda ki (Türkçe kitabının üzerine Kürtçe yazılar yazılması, ödevlerin Kürtçe verilmesi gibi), öğretmen şaşırmaktan ve hak vermekten de kendini alamayan bir şefkatten ötürü ne bir cinnet geçiriyor, ne de lanet ediyor duruma. Olabilecek en sabırlı ve eğlenceli dille, tüm bir yıl boyunca tüm müfredatı bir kenara atıp, çocuklara sadece Türkçe'yi öğretmek istiyor.

Çocuklar açısından ise durum şok etkisi ile karşılanıyor ilk başta. Bir adam var, annen, baban seni bu adama emanet ediyor, 8 saat geçirmen için. Bunu yaparken de saçını tarıyor, yeni okul önlüğü, yeni defter alıyor. Seviyor seni, okşuyor, sorular soruyor okulla ve öğretmenle ilgili. Demek ki diyor çocuk, öğretmen önemli. Fakat öğretmenin dediklerini anlamıyor, anlayamıyor, anlamak için uğraşıyor, anlamayınca da cezalandırılıyor, bu ceza üzerine hiç bir şey anlamıyor haliyle. Tam anlamıyla bir travma. Televizyonda duyduğu çat-pat Türkçe ile idare etmeye, derdini anlatmaya çalışıyor. Hiç olmadı, hocanın dediklerini tekrar ederek kendine bir çıkar yol bulmaya çalışıyor. Yabancı olduğu bir dil var, annesi bile bilmiyor Türkçe. Çabalıyor öğrenmeye, anlamını bilmediği kelimeleri her gün tekrarlasa dahi, ezberleyerek öğrenmeye başlıyor yavaş yavaş. Taklit ediyor hocasını. Tenefüslerde de, taştan başka oynayacak bir şeyi olmayan köyünde eğleniyor.

Ebeveynlerin karnenin ne olduğunu bilmemeleri, veliler toplantısında "hocam sen de iyisin, bu sayede yabancı bir dil öğreniyorsun" denmesi, hocaya ikram edeceği tek bir elmayı sürekli düşüren çocuk, horoz kentli Emre, yazın kitap okumayacağını iddia eden Zülküf (nam-ı diğer Zilkif) filmden ufak enstantaneler. Filmle ilgili son diyeceğim şey, bu filmin iki Kürt yönetmen tarafından yapılıyor olması ve Türkiye'nin son yıllardaki politik can damarı olan Kürt dilinde olası eğitime dair olması hakkındaki hafif tahminsel yaklaşımıma dair. Ben filme dair okuduklarımla tahmin ettim ki, "Kürtlerin dağa çıkmasının haklılığı"na veya "PKK propagandası"na dair bir perspektiften yönetilmiş bir filmdir bu. Ve yanıldığımı şöyle özetleyebilirim: hiç bir Kürt evinin arka planında ne bir yeşil-sarı-kırmızı renk, ne de bir "büyük lider" posterine rastlamadım. Politik meselelere dokunmayı geçtim, ona dair nefes bile alınmamış bu filmde. Hatta yoğun bir kısmı, batıdan gelen Türk öğretmen Emre'nin ağzından anlatılıyor. Çift bakış açılı ve birden çok düşünce penceresi içeren bir film olmuş. Hem öğretmen, hem öğrenci bazlı bir farklı dilde eğitim sorunlarına değinilmiş sadece. Ki o da gözümüze acılı doğu edebiyatıyla değil, muzip bir doğal yaşanmışlıklarla ortaya konulmuş.

Mutlaka izlenmesi gerekiyor.


Görsel2 :




29 Ekim 2009 Perşembe

Film 101 - Kasaba

Film 101 - Lecture 1 - Kasaba


Film kasabada yaşayan fakir bir ailenin (fakirlik konusu her zaman için göreceli bir kavram olduğu için, Nuri Bilge Ceylan fakir bir kasabanın standartlarına göre bile fakir olan bir aileyi seçtiğini göstermek için sınıftaki kokan yiyecek sahnesini koymuş) 24 saatini anlatır. Türkiye'de yaşayan fakir bir kasaba ailesinin yaşayışına dair nokta atış tespitlerle doludur film. Bana çok zevk vermiştir doğrusu bu yönü. Fakirliği bir kenara bırakıp kasaba ismine odaklanmak da lazım. Filmi şehirli birisi, kültürlü ve şehirli birisi de denebilir, bir yönetmen çekiyor, bu konuya kafa yormak lazım. Niye bir şehirli kasaba filmini çekiyor? Çünkü şehirde olmayan, kasabada olan bir çok şeyi gözden kaçırdığımızın farkında. nedir bu şehirde olmayıp kasabada olan şey? İnsan dışındaki canlı nüfusu. Filmin fotoğraf kareleriyle dolu olması kimsenin gözünden kaçmamıştır. Yönetmenin izleyenleri odaklamak istediği noktaları belli etmek istediği bu donuk karelerin içinde bir sürü hayvan ve tabiat vardı. Köpek, kedi, kaplumbağa, oğlak, eşek, karınca, sincap, yılan (bu ikisini görmesek de gayet doğal bir biçimde sözü geçti filmde) ve daha bir çok hayvan. Artı doğa, filmin ve gösterilen kasaba hayatının vazgeçilmezi. Ağaç, otlak, sazlık, fidan vb. tabiata özlem midir, tabiatı unutmayın demek midir, tabiattadır özümüz diye haykırmak mı istemiştir, tabiatı şehirlerden uzaklaştırmayalım bakın ne kadar güzele mi vurgu vardır bunu sadece Nuri Bilge Ceylan bilir tabi ki.

Karakterler çok oturmuş ve güzel oynamışlar.

Büyükbaba, cahildir, hakikaten öyledir, çok konuşur ama dedikleri kendini sürekli tekrar etmekten ileri gitmez. bilmez, bilmediği gibi bilmemeyi de doğal karşılar. Bilince ne oluyor, her şeyi bilmek olmaz, insan yaşayacağı kadar bilmeli gerisini allaha bırakmalı gibi sözler eder.

Büyükanne, o da cahil, fakir, elinden aşı eksik olmayan biri. Konuşmalardan rahatsız olan bir kadın. Güzel geçen konuşmaları bile susturup olayı kendine getiren, konuşma kendine gelince de acılarından ve hastalıklarından başka bir şeyden bahsetmeyen tipik bir yurdum hastalık hastası yaşlısı.

Anne, çocuklarıyla ilgilenen birisinden başka bir şey değil. O da kelimelerden rahatsız oluyor, sürekli susturmaya çalışan, o ne biçim söz, ne biçim konuşuyorsunlar ile yaşayan bir kadın. Ama çocukları onun için bir tane. Gözü gibi bakıyor onlara. İyi aile çocukları bu gibi güzel annelerden çıkıyor işte.

Baba, ailenin içinde en akıllısı. en akıllı olmanın zorluklarıyla baş başa. Ne kendini anlayan kimseyi bulabiliyor, ne de kendini anlatabileceği. Bu yüzden kitaplarla baş başa kalmış. Yalnızlığı seçmiş, ama aklını yine de bileyebildiği kadar biliyor, okuyor, düşünüyor.

Genç, asi bir kasaba genci. Yeteneklerinden bihaber. Kasabadan gitmek istediğini söylüyor her fırsatta ama asker yolculuğunun ne kadar zorlu geçtiğini duyuyoruz ondan. Kasabada iken de bir hiç, kasaba olmadan da bir hiç.

Çocuklar, küçük kız, düşünen bir kız. Gözlerinin zeka dolu bakışları bana bu durumdan nasıl kurtuluruz, nasıl akıllanıp kasabanın dışına çıkarız, nasıl fakirliği bir kenara itebiliriz, sorularına cevap arar gibi süzülüyor. Küçük erkek ise etrafındaki olaylardan bihaber, kasabanın içindeki durumlarından, cehaletten, fakirlikten habersiz, etrafında olan bitene karşı büyük bir merak besliyor. Sürekli bir yerlere çomak sokuyor bu merakından dolayı. kaplumbağayı öldürdükten sonra rahat uyuyamıyor ama. Bir daha yapmaz öyle şeyler yapmaz diye tahmin ediyorum.

Müzikle ilgili de birkaç söyleyeceğim var. Ben, beni bu kadar dinlendiren bir müzik duymadım uzun zamandır. İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanan Sait Faik'in yazdığı "Meraklısı İçin Öylesine Bir Hikaye"yi hatırlattı bana yalnız başına klarnet. Mükemmeldi.

27 Ekim 2009 Salı

Mini Öykü - Aşk 2

Mini Öykü - Aşk II. Dudaklar ve Kelimeler

Kokusu geldi yine burnuna. Küçük bir amfide, en önde, yıllarını amerikalarda eğitimine adadıktan sonra, korkunç otuz yıllar yaşayan ülkesine yine de sinirlenmeyip, özlemle geri dönmüş, "çılgın profesör sarı gömlek"i dinlerken, hocanın kullandığı ağır ingilizcenin de etkisiyle, bir anda uyuklamaya başlamıştı. Tam o sırada geldi koku. Çok sakin karşıladığını düşündü bu seferkini. Tüylerinin ürpermesini saymaz ise tabi. Alıştığını düşünüyordu, fakat her seferinde heyecanlanıyor, her seferinde mutlu oluyor, hepsinin ötesinde her seferinde şaşırıyordu. Nasıl koktuğunu anlatamıyordu, anlatmaya kalksa güzel diyebilirdi anca. Öyle özel bir kokuydu ki, hepsine kendine saklamak için derin bir nefes aldı burnundan. Şimdi koku, dudaklarına ulaşmıştı. Artık kimse, farkında olmadan dahi paylaşamazdı o kokuyu. Dudakları kokunun başladığı yerdi çünkü. Bilen iki kişi vardı, o kokuyu. Baharatlıydı biraz. Kırmızı biber gibiydi, kokudan mı, lezzetinden mi, yoksa teması sonrası bıraktığı o sıcak bağdan mıdır bilinmez, tekrar tekrar tadına bakmak istiyordu. Yavaşça ve hissederek. Özledi yine.

Ders bitmeye yaklaşmıştı, koku üzerine düşünmekten kaçırdığı noktalara takılmış, Cihan'ın notlarına biz göz atıp yeniden yakalamaya çalışıyordu konuyu. Duble espresso istemişti ruhu, uyanması lazımdı bir an evvel. Birazdan quiz vardı. Sarı gömlek, tonlaması ile yine tüm dikkatleri toplayıp konunun son cümlesi ile ilgili merakları yoğunlaştırırken, argo bir sıfat kullanmıştı aniden. Düşünceler doluştu yine, dumanlı bir fanus içinde kaldı zihni, zaten uykusu da bastırıyordu, dumanları dağıtmaya yoğunlaşmaya tenezzül bile etmedi, saldı kendisini içine doğru. Yine dün geldi aklına, argo konuşabilmek için yer aramıştı, biraz önceki kokunun kaynağı dudaklar. Konuşmayı renklendirmekten başka ne işe yarardı ki argolar? Argolar, kelimelerden daha komikken, kim neden hoşlanmamıştı ki onlardan? Renkti argolar, sarı gibi bir renk, ki tanımları renkler oluşturur. Kelimeleri kendisi etrafında toplardı, merkeze yerleşir, ilk o hatırlanırdı. Zamanın birinde çocuk ne demiş " Hii, bok dedi". 3 saat dünyanın sırrını anlatsa da birileri, akıllarda o kelime kalır, komik çünkü, hem de çok komik. Hem bok deyince aşkın güzelliğine de zarar gelmiyor ki. Kelimelerin önleyemeyeceği bir nokta orası.

25 Ekim 2009 Pazar

Mini Öykü - Aşk 1

Mini Öykü - Aşk: 1.Parmaklar ve gözler

Merdiven basamaklarını birer birer inmeye başladı. Ayak parmakları güzel soluklu bir harmoniye özenir gibi, kıvrıldığı eklemleri ile dans ediyordu. Soğuktu, üşüyordu ayak parmakları. Yok hayır, üşümüyordu, titremesinin bu sebeple olmadığını düşündü. Kafasını kaldırdığında, çıkış kapısına yaklaştığını farketti. Evet, dışarısı hiç de soğuk değil, dedi içinden. Sabah uyandığında aklına bile gelmeyecek bir fikir fırtınası yaşadığını farketti. Komikmiş diye düşündü son olarak, duygularının en çıplak anında ne gereği vardı ki ayak parmaklarını düşünmenin. Muhtemelen ayak parmakları bile başka şeyler düşünüyordu. Olayın merkezine parmaklar girmeliyse eğer, o kesinlikle el parmakları olmalıydı. Sıkıştığını hissediyordu bir süredir, ve evet o bilindik mutlu parmak sıkışıklığıydı bu. Son basamağını da aldı merdivenin ve arkadaki kıza döndü. "Bırakma elimi" diyecek gibi oldu, sonra durdu ve sustu. Bırakmayacaktı zaten. Gözleri ile söylemişti bunu. Gözleri de baya güzeldi hani.

Kafasını kaldırdığında kendisine bakan bir çift göz gördü. Biraz önce bir şey fısıldamaya çalışmıştı göz. Cevap bekliyordu. Sustu, ve gözleri ile fısıldadı cevabı. Rahatlamıştı karşıdaki göz, hayranca bakmaya başladı. Bu göz çiftinin diğerlerinden farklı kılan iki şey vardı, birincisi anlamlı bakıyordu, ve bu anlamı söylemedikçe tahmin edemiyordunuz. Esrarlı bir manayı tahmin etmeye çalışmak güzel geliyordu kıza. İkincisi, bu gözler sürekli bir şeyler fısıldıyordu. Cevap almak istediği şeyi sakince sorup, beklemesi. Söylemek istediği fakat kırıcı olmamaya çalıştığı şeyi, sohbetten sonraki süzgün ama emin bakışı ile fısıldaması. Eğlendiğini söylemekten utanırmış gibi, mevzu mutluluğa gelince oluşan parlaklık ve renk açılması. Bunların hepsinin üstünde, kahkahalarla güldüğü veya güldürdüğü bir konuşma sonrası sessizlikte, "seninle vakit geçirmekten hoşlanıyorum" ifadesi. Tüm bunları fısıldayan gözleri, biraz evvel nasıl olmuştu da kelimeleri dudakları ile boşaltmıştı, kız şaşırıyordu. İyi oldu, diye düşündü. Sarılmış halde idiler. Bir sürü şey düşünmüştü kız merdivenden inerken, şimdi ise hangisini söylesem diyordu. Ve daha da önemlisi bunları nasıl söylesem. Sonra düşündü, sözleri karşısındaki uzun boya bıraktı. O daha güzel ifade ediyordu dakikaları. Onun gözlerine bıraktı konuşmayı ki, fısıltıların sarhoşluğu ile daha mutlu olabilsin. Biraz sonraydı. Merdiven basamaklarını sıkışıklıklar ve fısıltılarla, birer birer çıkmaya başladılar.

18 Ekim 2009 Pazar

Mini Öykü - Kayıp

Mini Öykü - Kayıp



İki gün önce, tam olarak bu saatlerde, ipod touch'ımın olmadığını farkettim. çantamı aradım, utkunun çantasını aradım, tüm defterlerimin falan arasına baktım yoktu. Kulaklık da yoktu işin kötüsü. Ege Üniversitesi konseri çok sorunsuz geçti gibime geliyodu, demek sorunu tek ama inanılmaz büyükmüş diye düşündüm. İpodTouch ve kulaklığı en son nerde ve nasıl kullandım tahmin edebiliyordum gayet. Bir arkadaşımla otobüste birlikte dinlemiştik en son. Sonrasında Cihan'ı aradım bir telaş, "amerikan başkanı dahil herkesi devreye sok, ipod touch'ım kayboldu, ney, hı, evet touch'ım" dedim. Cihan'da otobüs şöförünün telefonu vardı, onu istemekti amacım. Cihan ben arayayım dedi, aradı şöförü, şöför bir buçuk saat sonra ara vereceğim, yoldayım şu anda, arada koltukların altına falan bakayım, ama şu anda otobüs full dolu ve kimse bana birşey buldum diye gelmedi demiş. Terler bastı, hoşuma gitmedi'den öte bi hal aldı durum. Dizlerimi yere çöküp hayıır diye bağırmak istiyorum dedim Utku'ya, güldü, gülmesini isteyerek söyledim de bunu, çünkü ipodTouch kaybettim ama hayata küsmedim, hemen alıştım hatta espriler yapıyorum demek içindi bu. Utku'nun gülüşünü duyunca hiç de iyi hissetmediğimi tekrar anladım. Cihan aradı sonra tekrar, abi sen en son benim çantaya koymuştun onu, ordan alıp ne yaptığını hatırlıyor musun dedi. Ben senin çantaya koyduğumu bile hatırlamıyorum dedim. Dur o zaman bi çantaya bakayım ben, sen çünkü çantana iTouch koydum dedin bana dedi. Çanta uzakta ama dedi, bekleticem, o 35 saniye ümitlensem mi yoksa ümitlenmek için geriye kalan son opsiyonun birkaç saniye sonra biteceğini mi kendime hatırlatsam kararsız kaldım. Cihan kulaklığı buldm dedi. Oh.. İki saniye sonra ipod da burda dedi. Ooooh.. Satın alırken o kadar da istekli olmadığım aleti, tekrar satın alınca, yani kaybedip bulunca, niye bu kadar sevindim bilemedim.

9 Ekim 2009 Cuma

Eski Şiir Defteri - 2

Ne Dediğim Tutarlı
Ayın 5'i Ocak bugün
Tam dalmışken dibine tatmak için kokusunu
Sorar bulursun kendine niye yapıyorum bunu
Halbuki mutsuzluğumun sebebi yaptığım değildir
Her şeyden açıklama bekler halde yaşayışımdır
Silgim hiç olmasa daha mutluyumdur aslında
Dediklerimden sorumlu olmasam daha çok konuşurum
Düşünmesem bu kadar derin, daha çok malzeme bulurum düşünecek
Sorgulamasam aldığım nefesi, belki bu şiir bile olmayacak
Dönüp bakmasam ardıma, farkı açacağım bilmeden
İstediğim de bu değil mi zaten?
E, ne anladım ben bu işten?
Perhiz, lahana muhabbetine dönüştüm çoktan
Ne dediğim tutarlı, ne düşündüğüm
Yazdığım iki satır arasında bile bağ yokken
Ölü gibi yatar halde bile, elimdeyse kalem
Ne sözümü tutarım, ne özümü anlarım
Yani
Ne dediğim tutarlı ne düşündüğüm
Zamanı çok yaşayanlara imrendiğim halde
Tutarım ben kalemimi, yastığım arkamda
En tembel hayvanı getirseler yarışamaz benle
Bense arkama baktığımda utanırım, gün sonunda
Sanki hava bile zorlanıyor içime girerken
Soluğum tutuluyor, öksürüyorum kusarcasına soğuğa

Devam eden her sayfa bana yazılıyor
Çünkü beni ben yapan, benim yazdıklarıma bakan
Hep düşünen, hiç konuşmayan ruhum var
Hapis falan değil bedenimde, o istediği için yaşıyor
Bedenimin en temiz bölgesinde
Okumadan satırları teker teker, bakmadan geriye
Yazamam, her ne kadar nefret ettimse
Bu oldu zamanla, benlik dediğim nesne
Hayatım hep kamera ardında sanki
Sanki hep bir nehir akan önümde
Dışındaysam sakin ve tembel izlerim yeteneğimi
Ben dışında olmaktan ne kadar bıksam da
Beni dışa iten bir güç var, engel olamadığım
Daha doğrusu olmak istemediğim
Kendi küçük dünyamın, ebedi efendisiysem
Niye atlayım nehrin sert dalgalarına
Oradakiler mücadelenin güçlendirdiği askerler, kaslı maslı
Benim göbeğim çıktı, ben hala Marslı
Kimsenin anlamadığı, anlamak için uğraşmadığı
Anlamak için gelenleri de kovan cinsten hem de
Ne anım olacak torunlarıma anlatacağım
Ne beni anlayan eşim, dostum kalacak böyle gidersem
Telefona sövüp her gün niye çalmıyor diye
Yaşlanıp gitmekten korkar oldum

Ki bendim yine yüzünde güller açan
Bulutlar kadar hafif, onlar kadar beyaz
Hem de çekip alan istediğini, kimseye aldırmadan
Alan o pembe çiçeği, koklayamasam da
Karşıma oturmasından mutlu, bihaber, cahil, sakin..
En büyük erdemlerimden biri de
Bitmesini istemediğim aşkları
Tek satırda bitirmek, ağlamadan
Kedinin yün topla oynadığı gibi
Ulaşmaktır hedefim yün topa
Sahip olmak mutlu etmez beni
Sen hep koşmak peşindesindir, hep bir çabalama
Yediğin, yemediğin her şey ağzına gelene kadar koşma
Koşarken mutlu değilsindir
Sahipken de mutlu olamazsın
Sadece ilk yakaladığın andır seni mutlu kılan
O an, o kadar sarhoşsundur ki
Hatırlamazsın bile, sonra tekrar atarsın topu önüne...
Mutluluğu soğuramazken, içimize çekip ısıramazken
Nedir peki bu çaba, onun uğruna?
Neden bütün yaşam onun uğruna?
Yine başa döndüm, yine bir soru
Aynı dediğim gibi
Ne sözümü tutarım, ne özümü anlarım
Ne dediğim tutarlı, ne düşündüğüm


Dipnot: Kardeş Türküler - Demme eşliğinde yazıldı.
Dipnot2: Oluştuğu yıl 2008. Ayın 5'i. Ocak

4 Ekim 2009 Pazar

Eski Şiir Defteri - 1

KISA BİR ÖZET

Uçurumların şairane benliğinden bugünlere
Geçirilen devrimin özetini sayacağım
Nefretlere sebep, kösteklerin etrafındaydı belim
Elim bir gecenin vahşi tutunuşlarındaydı hayat
Kaldırdım kafamı
Bir o kadar daha vardı geride
Masa örtülerinden , koltuklardan
Tahta sandalye ama geniş yataklara
Sükunetten sıkılganlıktan
Kurtlar sofrasına ama heyecana günlerim oldu.

Kim niye dinlesin idi özetleri ?
Şimdi boş verelim bunları
Hazır aklıma gelmişken, titremiş parmakları ve
Tutulmuş gözyaşlarını
Bir tiyatro sahnesinin ışığı kadar canlı tutmak
Babayiğitlerin babalarının bile harcı değil
Sevgiler, sevgililer
Tütün kalmış tabaklar, içinden kan fışkıran sebepler
Bahçelerin uçlarından kırmızı mor çiçekler
Issızlığın ötesine geçebilmek için kalemler
Gerek yurduma
O zaman belki kalın uçlu sözcükler boşanır.

Bugün biten bir kitap mıydı zihnimde?
Nelere hakkım olduğunu öğrenmek için
Bedel ödenecek belki
Dolambaçlı kablolar kime yol göstermiş.


Ekim 2008



Not: 2009 yılı mayıs ayında çıkması planlanan Sabancı Üniversitesi Okyanus Dergisi için hazırlanılan bir şiirdi. O dergi çıkamadı, bu şiirin de kısmeti bugüneymiş.