31 Aralık 2010 Cuma

Yeni yılı kutladık zaten biz

2010 çok meşgul bir yıl oldu benim için. Sayısını başka bir blog'umda bulabileceğiniz konserler, stüdyo kayıtları, fotoğraf çekimleri, akademik yoğunluk, ödevler, projeler, Proj102 asistanlığı ve Okyanus Kulübü başkanlığı ve editörlüğü, Müzikus hangar sorumluluğu, başkan yardımcılığı, Öğrenci Birliği seçimleri ile geçen bir 2010'dan sonra 2011'le ilgili tek isteğim daha rahat geçmesi.

Başlıktaki cümle bu yazının sonunda bahsedeceğim şeyin konusuydu, unutma ihtimalime karşı yazdım. Bu sabah (ki kendileri saat 3 civarına tekabül ediyor) uyandığımda bir yılbaşı planımın olmadığını farkettim. Aslında ilginç nokta, yılbaşını kutlama planımın olmaması değil, olmadığını bugün farketmemdi. Niye diye düşündüm bir süre, cevap olarak şunu buldum : Zaten ben kutlamıştım yılbaşını iki gün önce, Müzikus'la birlikte. Hatta Ghetto sahnesinde kutladığım için çok da güzel bir kutlamaydı benim için. Yine de adettendir deyip, bir Kadıköy içmecesi ayarladık biraz evvel.

Nefis bir yıl dileğiyle.

17 Aralık 2010 Cuma

indigo'nun taşı toprağı altın




İndigo isminde genellikle elektronik müzik yapan (tabir-i caizse "clubber") bir bar var İstiklal Caddesi'nde. Bu sene değişiklik istemişler ve canlı müzik de sahnelemeye niyetlenmişler. Bu niyetlerini Müzikus'a iletince de, senenin Müzikus projesi olan "Şehre müzik taşıyalım" meyvelerini birer ikişer vermeye başladı. Öncelikle 24 Kasım'da Shuffle ve Banner Runner sahne aldı. 17 Aralık'ta ise (bu gece oluyor) nane limon olarak ben yine sahnedeydim. Para almadım bu iki konserden de. Zaten sahne alacak müzisyenlere verilen 2 adet içki fişi yetti.

Bahsedeceğim konu ise, iki konserde de çaldığım grubun konserden iner inmez başka bir konser için teklif alması. Geçen konserde Shuffle ile sahnede kalıp 18 şarkı çaldığımızda İndigo'nun yöneticilerinden birisi gelip bize sürekli olarak bir program teklif etti. Hala ciddi olarak düşündüğümüz bu teklif için yarın kayda giriyoruz. Bugünkü teklif ise, sahneden iner inmez beni tebrik etmek isteyen bir kişiden geldi. Ocak ayında albümü çıkacak bir Işık Üniversitesi grubu, bir aylık bir reklam sürecinden sonra şubatta Bronx'ta konser vereceklermiş. Bize o konserde alt grup olarak çıkmamızı teklif ettiler.

Bu tekliflerden sonra hissettiğim şeyi tam olarak anlatamasam da biraz ifade edebilirim : "Biz bu şarkıları hep çalıyoduk ki, burada çalınca mı iyi olduk". Aynı şeyi başka bir mekanda tekrarlayınca farklı tepki almak beni hep şaşırtmıştır, hala da şaşırtıyor.

15 Aralık 2010 Çarşamba

format

Bilgisayarımın 64-bit olması bana uzun süredir sıkıntı çıkarmaktaydı. Öncelikle CS 303 lab'ında kullandığımız Xilinx programını çalıştırmadı. Bir şekilde lab arkadaşımın bilgisayarını veya asistanın bilgisayarını kullanarak geçer not alabildim. Daha sonra, IC'deki çalışacağım yeni işin gerekli programı Millennium'u da çalıştırmadı. En sonunda haftasonu Cihan'ın attığı format ile bilgisayarım 32-bite döndü. Format sonrası bilgisayarımdaki tüm dosyalar gibi, firefox kısayollarım da silindi haliyle. İşte 8 gündür blog yazmamamın bir sebebi budur, "blog sayfamı unutmam". Evet, bildiğin unuttum bir blog'um olduğunu. Tamam evet, çok unutkan birisiyimdir ezelden beridir (dizi olandan bahsetmiyorum), ama blog'umu unuttuğuma ekstra üzüldüm, yalan yok.

Hafıza demişken, muhtemelen bu haftayı, cumasında Nane L. olarak Müzikus İndigo konserinde sahne alacağım hafta olarak hatırlayacağım. Sürekli aralıklarla prova alan bir gruptan çok hobiydi bizim için Nane L. (babama gönderme içeriyor bu cümle). "Son akustik konserim, kırmayın beni" ile başlayıp, "Son okul grupları konserim, giderayak bir kez daha sahneye çıkalım" ile devam eden bir grup aslında. Davulcumuz Haluk gerçekten de Hollanda'ya gitti bu sözlerinden sonra. Kalanlar olarak biz de (Esat, İdil ve ben) aylık Müzikus İndigo konserine grup arayışlarında son noktaya gelince "E bari biz çıkalım" deyip konsere çıkıyoruz bu cuma. Sürpriz de mevcut konserde. Gelin.

Ayrıca bugün Beşiktaş maçını izlediğim TV odasındaki 2 kişi kendi aralarında konuşurken, "Cuma günü İndigo'da parti varmış, gidelim mi abi" dediler. "Dostum o dediğin parti değil konser" diyecektim, belki parti olduğunu düşündükleri için geliyorlardır, iki kişi iki kişidir deyip vazgeçtim.

Havalar soğuyunca veya gökyüzünün tamamı bulutla kaplıyken çok mutsuz oluyorum ben. İkisi birlikteyken zaten efsane mutsuz oluyorum. Mutsuz olunca da içesim geliyor. İçtiğim gecenin sabahı baş ağrısıyla uyanınca da mutsuz oluyorum. Negative feedback döngüsü gibi (Gürdal hoca'ya selamlar).

Diyarbakır aksanıyla yazılmış bir kitabın 360 sayfasını okuduktan sonra "oğlim, bize gelirsiğiz, yalavuz ğhtek bir şartim ğvar" gibi bir cümle kurdum. Sonra durdum. Baştan tekrar kurdum o cümleyi. Kalan 140 sayfadan sonra neler olacak acaba?

Bitirmeye çalışıp gereksiz uzattım yazıyı. Öptüm.

8 Aralık 2010 Çarşamba

analysis

Başlığın olduğu sınava tam olarak 5 saat var. Ben daha uyumadım. Ders Matematik yan dal yapacak öğrencilerin alması zorunlu 3 dersten birisi ve çok zor dolayısıyla. Derste sonsuz elemanlı bir kümenin elemanlarının sayılabilir olduğunu falan ispatlıyoruz. İşin ilginç ve zor kısmı, mesela A = B, B = C daha önceden verilmiş olsun, A = C'yi ispatlaman için "e zaten öyle" diyemiyorsun, C'nin tanımına atıfta bulunman gerekiyor. Karın ağrısı denir ya, onun İngilizcesi işte (zira "ders çok zor beyler, şu dersi Türkçe yapalım bari de adamlar anlasın" dememişler, dolayısıyla İngilizce anlatılıyor diğer tüm dersler gibi).

Ders çalışırken duyurulara bakayım dedim. Önümüzdeki dönemin fakülte derslerinin programının belli olduğunu söylüyordu. Üşendim ilk başta, "Amaan, benim alacağım dersler belli abi zaten, hiç bakmaya gerek yok" dedim. Fakat sonra, belki okul tarihinde bir ilk olmuş ve ENS 208 (Introduction to Manufacturing Sciences) dersi açılmıştır bahar döneminde diye düşünüp baktım, hakkaten de açılmış! Keşke başka bir şey dileseymişim, bu dilek hakkım çok ucuza gitti. Çok sevindim tabi canım, orası ayrı.

Bugünkü seçimler çok heyecanlı oldu. Çok az farklarla ilk 5 aday belirlendi, ilk defa oylar bu kadar bölündü. Benim özendiğim nokta ise, ben hariç seçilen her insan "Destekleriniz için teşekkürler, beni şu göreve layık görmüşsünüz, elimden geleni yapacağım" demiş facebook'ta. Ben niye diyemiyorum, çünkü rakipsizdim. Seçildiğim 1 hafta önceden belliydi. Oylarımın toplam sayısını bile saymamışlar zaten.

Ayrıca iki gündür midem ağrıyor. Göbeğim bir süredir sevilmediğinden olsa gerek.
Yatayım (gachayım).

30 Kasım 2010 Salı

bölüm

Bu blog yazısı, hayatıma yön veren en önemli kararı anlatacağı için benim için diğerlerinden birazcık daha önemli bir yazı olacak. Genel olarak bu kararı verdiğim dönem boyunca kafamdaki dinamikleri anlatacağım.

Sabancı Üniversitesi'ndeki uygulamaya göre, mezun olacağı bölümü 2. sınıfın sonunda seçiyor öğrenciler. Bölümü konusunda kararsız olan bir çok öğrencinin Sabancı'yı tercih etme sebebi doğal olarak bu. Bölümü konusunda kararlı olanlar için de bir fırsat aslında, çünkü bir çok bölümden ders alıp, hangi bölümden daha çok zevk aldığını anlayabiliyorsun.

Bu güzel uygulama, pek bana uygun değilmiş. Çünkü ben üniversite tercih döneminde kararımı vermiştim, Endüstri Mühendisi olcaktım. 5 tercihimi de ona göre yapmıştım. Hatta bu kararı ÖSS'den 2 yıl önce vermiştim. Sabancı'yı kazandığımı görünce de, "2 yıl önceden karar vermiştim ben ama bana iki yıl daha veriyorlar" diye düşünmüştüm. Dünyanın en değişken, en sıkılgan ve en unutkan insanı için bu olay pek bir avantaj değilmiş. Zira ben 2 yıl boyunca bana tek meslek tercihi yaptıracak bütün sebepleri sırayla unutmaya başladım. Niye kendime en uygun meslek olarak gördüğümü kendime anlatamamaya başladım. O sıralar bilgisayar programlamaya giriş dersi alıp, çok zevk alınca bu dönem hep bilgisayar dersleri aldım. Bölümü deklare edeceğim zaman yaklaştıkça kafamda bilgisayar bilimleri'ni tercih etmek gibi bir düşünce oluştu.

Bu düşünce sebebiyle sürekli olarak "piyasadaki bilgisayar mühendisleri hangi konularla ilgilenir?" ve "bilgisayar mühendisleri neleri konuşur?" gibi soruları merak edip çeşitli bilgisayar dersleri almaya başladım. Chip, PC-Net, Java Dergisi gibi dergiler alıp inceledim. Bu arada bilgisayar bilimleri bölümü hocaları ile sürekli irtibat kurup, birlikte bir projeye adım atmak istedim. Fakat sonradan farkettim ki, ben bilgisayar mühendislerinin dilini konuşmuyorum, konuşmak da istemiyorum. Dergilerin hiçbirisini bitir(e)medim, dergilerde konuşulan hiç bir konu da dikkatimi çekmemiş. Hocaların heyecanlandığı projelerle zerre kadar ilgilenmiyormuşum. Bilgisayar hayatımı kolaylaştırsın, ama hayatım olmasın istiyormuşum. Ben daha fiziksel hayatıyla ilgilenen biriymişim, dijital hayatımın ön planda olmasından rahatsızmışım.

Bu yüzden kararımı Üretim Sistemleri ve Endüstri Mühendisliği'nden yana verdim. Bilgisayar Bilimleri'nin derslerini de ağırlıklı olarak alacağım. Matematik yan dal da yapıyorum. Yine belirtmek gerekirse, bu blog'u tarihe not düşmek için yazdım. Pek bir yorum beklemiyorum okuyuculardan.

26 Kasım 2010 Cuma

sahne

Üniversiteye (İstanbul'da yaşamaya) başlayalı iki sene iki ay olmuş. Hafızam o kadar kötü ki, ben bu süre içinde ne yaptığımı sadece geçmişte yazdığım tweet'lerden, facebook durum güncellemelerinden ve küçük kara defterlerime yazdığım notlardan hatırlayabiliyorum. Bana çok büyük hayal kırıklığı yaşatan, hayatımı 3 ay boyunca kötü etkileyen bir olay olmuş diyelim mesela bu süre içinde (ki çok seneler önceden bahsetmiyorum, 2 yıl olmuş maximum), ben bunu şu anda hatırlamıyorum. Aynı şekilde, beni çok mutlu eden, hatırladıkça gülümsediğim olayları da anca lafı geçtiği zaman (yani başka bir insan "abi sen şunu yapmıştın ya, ulan ne günlerdi heheh" dediğinde) veya başka bir yerden çağrışım yaptığında anlık olarak hatırlayabiliyorum. Kısacası, hafızam o kadar kötü ki, benim hayatımı etrafımdakiler benden daha iyi hatırlıyor.

Ama ilginçtir, "Bu sürede ne yaptım acaba?" diye düşündüğüm zaman, aklıma spesifik olarak konser tarihleri ve sahneye çıktığım zamanlar geliyor. Hatta hiç zorlanmadan ve hiç bir yere bakmadan hemen yazabilirim tarihleriyle birlikte. Şimdi böyle söyleyince 2 yılda toplamda max. 3 konsere çıkmışım gibi hissedildi, amma lakin ki öyle değil. Ahanda yazıyorum :

Mart 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Koç Fest, Koç Üniversitesi Sevgi Gönül Sahnesi
Nisan 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Levent İkiz Kuleler, AkçanSA Moral Gecesi
Mayıs 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Haydarpaşa Lisesi Gösteri Salonu, Marmara Üniversitesi Thinker & Talker Camp
Mayıs 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Sabancı Üniversitesi Sinema Salonu, CIP Güneş Günü
Ekim 2009 - Neşeli Günler Kumpanyası @Ege Üniversitesi, MÖTBE Kültür Merkezi
Mayıs 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @SGM
Mayıs 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @Sabancı Üniversitesi Sinema Salonu, CIP Güneş Günü
Haziran 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @Spil Dağı, Zirve Dağcılık 10. Yıl Kutlamaları
Temmuz 2010 - Neşeli Günler Kumpanyası @Tuzla Sahil, Tuzla Belediyesi Halk Konseri
Nisan 2009, Aralık 2009, Nisan 2010 - Akustik konser @Hangar, feat. NaneLimon, NAT, Sufle, İsimsiz grup (Güçhan, Nedim, Berkay, ben)
Ekim 2009, Kasım 2009 - Shuffle @Hangar
Mart 2010 - Shuffle @Bronx
Ekim 2010 - Shuffle @Müzikus Hoşgeldin Partisi
Kasım 2010 - Shuffle @İndigo
Mayıs 2010 - NaneL. @Müzikus Okul Grupları Konseri
Mayıs 2010 - KoroSU @SGM

Bunların haricinde, ipod touch'ımı aldığım tarihi hatırlıyorum (çünkü özel bir günde çıkmıştı ve ben çıktıktan iki gün sonra almıştım : 11.9.9) . Amerika'ya gidiş dönüş uçak biletlerimi hatırlıyorum (ikisi de ayın 13. idi : haziran 13, eylül 13; ve ben "heheh, uğursuz günlerde uçuyorum, uçak düşmese bari" geyiği yapmıştım). Onun dışında özel hayatımdan da bi'kaç şey hatırlıyorum. Ama konser haricinde hatırladığım şeylerin sayısı bir elin 5 parmağını geçmiyor.

Buna tıp dilinde muhtemelen "sahne hastalığı", "sahne bağımlılığı", "sahnemanlık" anlamına gelecek bir sürü şey söylüyorlardır. Ne deseler haklılar.

Neyse ben biraz yeni albüm dinleyim. Kasabian'ın son albümü baya iyiymiş diyollar.

25 Kasım 2010 Perşembe

indigo

Dün gece saat 21.45'te biten bir sınavım, ve 23.00'ta başlayacak bir konserim vardı. Sınavımın olduğu üniversite ile, konserin olduğu istiklal caddesi arasında ise yaklaşık 50 km. Tüm bu aksiliklere rağmen çok başarılı bir konser geçirdik, hem kendi adıma hem grup arkadaşlarım adına çok iyi bir performanstı (insanların yorumları da bu yöndeydi). İnsanların "Shuffle kendini çok geliştirdi" demesini duymak çok mutlu ediyor beni. Mekanın en çok sevdiğim noktası ise, müzisyenlere 2 ücretsiz içki sağlaması oldu. Sınav stresini müzik ile atmanın tadı ise paha biçilemez. Her konser sonrası uzun uzun blog entry'si yazardım hep. Fakat bu konseri 24 saat içinde o kadar çok kritik ettim ki, artık bu konuyla ilgili pek yazasım yok. O yüzden kısa bir yazı oldu.

I <3 (küçüktürüç) Shuffle.

21 Kasım 2010 Pazar

varan

Denizli'ye ne zaman gidecek olsak, gidiş biletini alır almaz annemi ararım. Annem de, tatilden bir gün öncesine bizim (ben ve Ebru) için Denizli-İstanbul otobüs biletini alır. Hangi otobüs şirketinden alacağı tamamen o günkü ruh haline bağlıdır. Ona göre hiç farketmez. Fakat bu seferki bilet için özellikle Varan'dan al dediğim için, bundan 3 hafta kadar önce Varan'ın Denizli'deki yazıhanesine gitmiş.

Yazıhanedeki adam, "Bilet yok, üzgünüm" demiş. Annem bir süre adamla dertleşmiş, en son "Ben oğlum için alıyorum, kendim için değil, adı da Murat Mustafa Tunç oğlumun" demiş. Karşıdaki adam bunu duyunca, "Oo, Murat hep bizden alır biletini, Varan kartı da var, devamlı müşterimizdir o. Onun için olduğunu daha önceden söyleseydiniz ya" demiş, ve biletimi kesmiş tam istediğimiz güne. Annem bu hikayeyi telefonda anlattığında "Hıhı, evet, hadi anne kapatıyorum" demiş, inanmamıştım. Meğerse doğruymuş. Tatilde sürekli bunu anlattı durdu.

16 Kasım 2010 Salı

kurban

Kurban Bayramı'nın hiç değişmeyen bir kaç özelliği var. Mesela, Kurban Bayramı'nı hep Denizli'de geçiriyorum. Bayramın 1. günü köye gidip öğle yemeğinde kavurma yiyorum. Aynı yemekte, amcamlar, halamlar, babannem, dedem ve bizim aile toplaşıyor, sohbet ediyoruz. Bunlar 20 senedir olan şeyler. Fakat, en çok o birlikte kavurma yeyip, sohbet ettiğimiz uzun masanın hastasıyım ben. En kötü günümüz böyle olsun denir ama o "böyle"nin nasıl olduğu söylenmez ya, benim "böyle"m o masadır. Halbuki o masanın birliktelikten başka hiç bir özelliği yok (bi' de kavurma tabi, ama yemeğinde değilim ben). Yani sadece 4 aile birlikte yemek yiyor olmak ve bunu 20 senedir yapıyor olmak beni mutlu ediyor.

Ayrıca, dün dedem sakalıma "Güzel olmuş" dedi !! İki ünlemle ifade edilemeyecek kadar çok bir şaşkınlık içerisindeyim hala. Dedemin hayata karşı memnuniyetsizliğini kısaca şöyle anlatayım. Bundan 5-6 sene evvel dedem bir adak adamış, ve bunun sonucunda köydeki insanlara yemek yaptırıyordu. Bu sebeple iki tane aşçı tuttu, onlar yapıyordu yemeği. Dedem, ki yemek yapmanın y'sinden anlamaz, bu aşçılara gün boyunca karışıp, "Ooolm, o öyle mi yapılır, çekilin şurdan" diyen bir insandır. Benim de kişisel olarak sakalıma, küpeme, saçıma falan sürekli takılır. Direkt olarak bana hiç bi'şey demez ama, öyle bir laf çarpıtır ki, yerin dibine girerim ben. Artık beni küpeyle görmüyor mesela sırf bu yüzden. Onun yanına ne zaman gitsem, küpelerimi gömleğimin üst cebine koyuyorum, laf etmesin diye. Fakat galiba ömrümde ilk kez, dedemden güzel bir iltifat aldım, o iltifat da "kirli sakal"ıma olunca, haliyle bayağ şaşırdım. Gerçi ben üniversiteyi kazandıktan sonra bana karşı daha bir şevkatli yaklaşmaya başladı, anca 2 ayda bir yanına uğrayabildiğim için galiba. Yaşlılar daha çok özlüyor bence.

Tüm sevdiklerimin bayramını kutlarım. Öptüm gözlerinizden.

13 Kasım 2010 Cumartesi

çıldır

İki gece evvel, 11 kasımda geleneksel olarak kutladığımız bir Sabancı çıldırışına daha tanık olduk. Konu benim özel ilgi alanıma giriyor neredeyse, zira geçen sene bu konuyla ilgili bir yazım Okyanus Dergisi'nde yayınlanmıştı. Bu yılki çıldırmayla ilgili de bir inceleme yazısı yazayım istedim, oturdum sözlüğün başına yazdım olabildiğince.

"geleneksel olarak 20 kasımda yapılan çıldırmamızın, tatil dolayısıyla mıdır bilinmez, 11 kasıma alınarak yapılanıdır.

ayrıca geçen senekinden farklı olarak, çok güzel olmuştur. sebebleri de vardır, şimdi yazacağım : (geçen senekinin güzel olmamasının sebepleri : ahanda )

- öncelikle beklenmedik bir zamanda yapıldı bu etkinlik. o kadar beklenmiyordu ki, çıldırma başladığında "yurtlarda çıldırma başlamış, lazerler falan sallanıyormuş" dendiğinde bana, "olm, her gün yapıyolar onu a6'da" deyip inanmamıştım. geçen sene bu konuyla ilgili okyanus'a yazdığım bir inceleme yazısında demiştim ki : "20 kasım ruhu devam etmeli, ama 20 kasımda olacak diye tutturmayalım. 5 nisanda veya 3 ekimde "20 kasım çıldırması" yapalım. diğer türlü spontane gelişmesi gereken bu çıldırmanın facebook event'i bile oluyor, hoş olmuyor." hakkaten de dediğim gibi yapıldı bu seneki. çok spontane gelişti. dolayısıyla tam bir seferberlik halinde herkes, her türlü anarşi örneği gösterdi okulda. projeksiyonla dedeler gösterildi yani, ötesi yoktur herhalde. a1'in 3. katından damacanalar atıldı aşağıya.

- ikincisi, üst üste gelen yasaklar, kapatmalar sabancı öğrencisi'ni çileden çıkarmaya başlamıştı zaten. son hamle olarak da sabancı'yı çekilir kılan en önemli unsur bk'nın kapatılması, insanların içine patlamayı bekleyen bir bomba gibi yerleşti. bu bomba da, hem geleneksel olan, hem de yemek eylemlerine kıyasla daha yüksek bir anarşi düzeyine çıkabilen bu eylemde patladı resmen. özellikle projeksiyonda sık aralıklarla yansıtılan "bk'ya uzanan eller kırılsın" görüntüsü motivasyonları arttırarak, olayın gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürmesini sağladı.

- üçüncü olarak da sınavların yine yoğun olarak yaşandığı bir haftadan sonra yapılınca, ister istemez tutuyor böyle bir eylemsel bağırış. "sikecem ama şu dersi, yeter ulan" şeklinde dolaşıyor insanlar zira.

not : uzun eşek oynamayı özlemişim lan (yastık bile olsam hoşuma gitti olm)."

2 Kasım 2010 Salı

iverson


Benim yaşım 8'di, senelerden '98. Salonun kapısının arkasına asılmış küçücük bir basket çemberi vardı (panya olmadığı için pota diyemiyorum) ve o çemberin içine anca sığan bir basketbol topum vardı. Türkiye basketbol ligini takip ediyordum salondaki büyük televizyonda. Efes Pilsen maçı vardı ve ben Mirsad Türkcan'ın aldığı rebound'lara, atladığı toplara, çılgınlar gibi sevindiği basketlerine bakıp, o topu o çemberden atmaya uğraşırdım her mola verildiğinde. Her basket olduğunda da "mirsat attı sayın seyirciler" diye bağırıyordum. Ben ki, geçmişimi ailemin benim hakkında anlattığı hikayeler ile hayal edebilen bir insanım. Küçüklüğüme dair çok çok az anım vardır. Biraz önce anlattığım anı ise tamamen içimdeki en yüksek duyguların patlaması sonucu (hırs, azim, istek, kazanma arzusu) hatırımda kalmış birkaç saniyenin öyküsüydü.

O sıralar NBA izleyemiyorum tabi, daha NBA TV'ye geçmemize 5 sene vardı aile olarak. Fakat duymuştum ki, yine aynı senelerde Mirsad'ın Türkiye'de yaptığını NBA'de yapan, yani her topa atlayan, her rebound'a çıkan, Iverson isimli bir basketbolcu vardı. Bir arkadaşım "ayvırsıııın, ayvırsın atıyooor" diye diye turnike atardı tek başına okul bahçesindeki potaya. İnsanlar Iverson'a özenerek basketbola başlıyorlardı. (basketbola başlatanın Jordan olduğu bir dönem daha varmış eskilerden) Hani mihenk taşı denir ya, dünya basketbolunun mihenk taşlarından biridir işte bu Iverson.

Şimdi bu adam önümüzdeki iki yıl boyunca Beşiktaş Cola Turka'nın 3 numaralı formasını giyecek. NBA'in all-time sayı ortalamasında Jordan'dan sonra ikinci gelen bir adam, Beşiktaş Cola Turka'nın formasını giyecek. Kombine almaya hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi. IVERSON OLM.

28 Ekim 2010 Perşembe

konser sonrası vol.2

Müzikus BronxPi Sahne


Canımdan çok sevdiğim Müzikus'un İstanbul'un içine taşınma isteği yavaş yavaş gerçekleşmeye başlıyor. Bu senenin hemen başında yaptığımız bu BronxPi Sahne konseri ile de bunun sinyallerini vermeye başladık. Konserde sahne alan Müzikus grupları ise, sırasıyla Never Say No To Panda, Add-Drop, Beebots idi.

Never Say No To Panda, geçtiğimiz Müzikus BronxPi konserinde "Hitmen" ismiyle yer alan grubun solistinin değişmiş versiyonuydu. Fakat, yaptıkları müziği hardcore rock, metal tarzından, daha alternatif rock'a kaydırmışlardı. Heyecanları yüzlerinden yansıyan grubun bir takım ses sıkıntısı oldu ve vokallerinin sesi neredeyse hiç duyulmadı. Özellikle ilk 4-5 şarkısı, karaoke club müziği gibi idi. Fakat son şarkılara doğru toparlanıp, güzel bir bitiriş yaptılar.

Add-Drop günün bombasıydı. Şahsi olarak en çok izlemeyi istediğim gruptu kendileri. Çok eğlenceli bir repertuvarları vardı. Özellikle bazı yörelerde "kopkop" olarak da adlandırılan, Lady Gaga ve Shakira şarkılarının rock coverlarını çok başarılı bir şekilde yaptılar. Müzikus'un en yeni ama en yetenekli insanlarından oluşan grubu olma ünvanının da sahibi oldular kanımca. Seyirciyi müzikleriyle sarhoş ettiler. Herkes hep bir ağızdan şarkıları söylemeye ve şarkı sonlarında uzun uzun alkışlamaya başladı. Davulcu Nedim'in enerjisi (kafasını ritmik bir biçimde sallaması ve ara sıra dışarıya çıkardığı dili, kendi seyrini zevkli kıldı) çok başarılıydı. Müzikleri çok dolgundu. Kısaca on numara müzik yaptılar, on numara eğlendirdiler. Sahne alan insanların hepsinin yakın arkadaşlarım olması da gururumu bir kademe daha arttırdı.

Beebots ise, "sert müzikten taviz vermeyenleri öne davet etmesi" ile gönüllerde ayrı bir yer tuttu. Smoke on the Water, Big in Japan ( Guano Apes coverı) ve Fuel gibi bir çok sert parçayı, orjinalleri gibi çaldılar. Soloları atarken hiç zorlanmıyormuş gibi görünen Öncü'ye bir kez daha hayran olduk. Gitarist ve vokal Burak'ın enerjisi, seyirci ile bütünleşmesi, bazı şarkılarda mikrofonu seyirciye uzatması izleyenleri sahnenin bir adım daha önüne çekti. Yeni basçıları Çağrı ise kendinden beklenmeyecek derecede iyi bir performans ortaya koydu. Elementi bas gitar olmamasına rağmen yapmış olduğu bu performans, onu ilerideki Müzikus konserlerinde çok daha fazla izleyeceğimiz anlamına geliyor bence. Genel olarak çok başarılıydılar. Konserin kapanışını yapmanın stresini hiç yaşamadılar. Gayet rahat bir şekilde şarkıları performe ettiler.

Kendimle ilgili de ufak bir şey söyleyim. İçkili bir Müzikus etkinliğinde galiba 2 yıldır ilk defa ne görevli ne de konsere çıkan insan pozisyonundaydım. O yüzden özellikle benim için özlenmiş bir duygu olan izleyici zevkini doyasıya yaşadım. İçtim, bağıra çağıra eğlendim. Gerek sahne üzerinde, gerek sahne arkasında bir Müzikus işçisi olma sıfatımı bir kenara atıp, Müzikus konserinde eğlenen seyirci oldum. Bu yüzden bu gecenin yeri benim için apayrıydı. Çok eğlendim, çok zıpladım. Harika bir geceydi.

Viva la Müzikus.

26 Ekim 2010 Salı

konser sonrası vol.1

Feridun Düzağaç


SGM'deki Feridun Düzağaç konserini izlemeye gittim bugün. Yaklaşık 1 yıl kadar sonra bir "SGM etkinliği"ne biletimi alarak, paşa paşa baştan sonuna kadar oturarak izlemeye gitmiş oldum. Hemen izlenimlerimi anlatayım:

Öncelikle Oya'nın olmayışı, beni derin hüzünlere itti. Halbuki Oya'yı çıplak gözle izlemek isterdim (cinsel içerikli konuşmuşum gibi oldu, bir kadın adının yanında çıplak deyince).

Oya'sız kadrosu ile, yani 7 siyah giyinmiş yaşlı erkek grubu olarak Feridun Düzağaç, sahnede ilginç bir şekilde alabildiğine çekici ve sempatikti (ya da çirkinden öte ne kullanılırsa kullanılsın bu tanıma uyuyor) (ayrıca, Feridun Düzağaç diyerek grubu hedef alıyorum, soliste de Feridun diyeceğim artık bu yazıda). Feridun'un "colormatik" gözlüğü, gitaristlerin amfilerinin tasarımlarının güzel, hatta F.D. tabiriyle "şekilli" olması, sahnede bir keman bulunması (kemanın bir kadını çağrıştıran bir enstrüman olması, kadınsız sahnede bu açıdan önemli oluyor) bu güzelliği ve çekiciliği artırmış olabilir pek tabi.

Sahnenin ötesinde, yeni şarkılar ile eskileri çok güzel yedirdiler. İnsanlara, Duman'ın son albümünün hemen sonrasındaki konserinde olduğu gibi "Yea, ben bu şarkıları bilmiyom, eski çalın lan" dedirtmediler. Seyirci ile dialogları ve esprileri hiç sırıtmadı. Konserden bir dialog :

S: Biz FeridunDüzağaçFanSitesi'nden geliyoruz.
F: Ya, fan demişken, salondaki fan'ları bi' açabilir miyiz, sıcak oldu içerisi.

Çok şarkı çaldılar, yaklaşık 2 saat sürdü konser, ve muhtemelen 25- 30 arası şarkı çaldılar (evet, evet). Fakat bir süreden sonra, hazırlandıkları konser şarkılarının hepsini çalmış, fakat salondaki istek üzerine daha fazla şarkı çalmaya niyetlenmişlerdi. Amma velakin unutulmuş şarkılardı bir çoğu (yani Feridun Düzağaç tarafından). Düzgün çalamadılar sondaki şarkıları. Feridun en sonunda itiraf etti : "Şarkılar çok olunca unutuluyor tabi" diye.

Her şeye rağmen çok güzel bir müzik gecesiydi.

Ayrıca, bundan sonra her konser tecrübemi buraya "konser sonrası" serisi ile yazacağım. Takipte kalın.

24 Ekim 2010 Pazar

rakı

Birazdan anlatacağım münferit olay dün gerçekleşti.

Bir gün öncesinde içmiş olduğumuz 1 litre Yeşil Efe ve 70cl'lik Yeni Rakı'yı olduğu yerde bırakmış, yeni uyanmış mahmur gözlerle ailemi karşılamaya gidiyordum. Odadan çıkışımı yaptıktan sonra bir daha odaya geldiğim anın, annemlerle birlikte olacağından habersizdim. Veya "Herhalde oda arkadaşlarım toplar" diye düşündüğümden önemsemedim odanın o durumunu. Aile günü (bkz. bir önceki yazı) bitişinde annemleri odaya davet ettim, biraz oturup dinlensinler diye. Odanın kapısını açtığım anda gördüğüm manzarayı şöyle özetliyorum : Bunu yapan insan olamaz.

TV odasından ödünç (ç)alınmış bir yemek masası, hemen yanında küçük bir IKEA masası, üzerlerinde 5 çeşit meze, 7 rakı bardağı, boş şişeleriyle Yeşil Efe ve Yeni Rakı, ortadaki tabakta leblebi, birkaç bira şişesi, bir adet şarap şişesi.

Manzarayı gören annem (ki kendisi ilk bira içişimin sebebidir "İç, iç, bi' tanesi faydalı bile bunun, böbreği çalıştırır") :

- Karaciğerine yazık.

dedi. Babam :

- İçkiyi ben bıraktım, sen başlamışsın benim yerime.

dedi. Utandım biraz. Sonra da şakaya vurup, "Haydi toplamama yardım edin bari" dedim. Bomboş olan büyük bir çöp kutusunu doldurup, masayı TV odasına geri koydum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

veli

Bugün aile günü (bunu mu demek istediniz? veli toplantısı, (veya) homecoming) denilen bir etkinlik vardı okulda. Programı şöyleydi : Önce okulda yapılanlar (mesela 7.nötron yıldızının keşfi, suralp) ailelere anlatıldı. Sonra, sunumlara geçildi. Sunumlar arasında öyle güzel bir konu vardı ki, benim bile gidesim geldi : "Bilmeden nelere yüksek fiyat ödüyorsunuz... Ve niye bunu bilseniz de ödemeye devam edeceksiniz?" Bu sunumların ardından yemek yendi, ve öğleden sonra hist ve sps derslerinin bir prototipi yapıldı. Ailelere güzelce, "Oğlunuzu/kızınızı okula gönderdiniz amma, ne yapıyor bu çocuk" anlatıldı bir tam gün boyunca.

Benim ailem ta Denizli'den geldi dün, sırf bu etkinlik için. Ve bugün benim 2 senede içime işlemişlik ve kanıksamışlığımla zaten doğduğum günden beridir var olduğunu zannettiğim bir çok bilgiden ve olaydan haberlerinin olmadığını öğrendim. Okulu ve olayları hayretle dinleyen aileme kabataslak bir açıklama yaptım. En kısa cümlelerle ve en hızlı şekilde her şeyi anlatmaya çalıştım. Hal böyleyken, okula bir genel bakış atma fırsatım oldu ister istemez.

1- Rektör çok şahane bir adam. O kadar mütevazı ki, her tokalaşmada sanki biz onun ismini bilmiyormuşçasına "Ben Nihat, merhaba" diyor. Başka okullarda, rektörün arabasını görünce sevinen insanlar oluyor.

2- SUNUM (Nano teknoloji lab'ı)'un inşaatı bitip, orda araştırma yapılmaya başlandığında galiba Türkiye'de yarışacağı başka bir üniversite kalmayacak Sabancı'nın, dünyadaki emsalleriyle kıyaslanak.

3- Yemek fiyatları çok pahalı. Ama bu mevzudan hem öğrenciler şikayetçi, hem de işletmeciler. Cihan Köpüklü Kahve'den kola alıp, 2.15 TL verdiğinde "Niye her sene zamlanıyor?" (geçen sene 2 TL idi kola) diye sorup, "Ya sorma, adam akıllı zam yapmamıza izin vermiyorlar ki" cevabını almış.

4- Okul arazisi çok büyük. (müş. Bunu annem dediğinde, "Harbiden lan" dedim içimden)

5- Shuttle'lar saniyesi saniyesine söylenen saatte kalkıyor. (muş. Bunu da babam dedi, şaşırmış baya bu duruma. 30 saniyeyle falan kaçırmışlar shuttle'ı)

Aklıma geldikçe ekleyeceğim bu listeye.

17 Ekim 2010 Pazar

bitince bu mutlu düğün

Şimdi, dünkü kına gecesi özetimi okuduysanız, bunu da okuyun, serinin devam filmidir çünkü bu yazacaklarım.

Nikah gündüz saatlerinde oldu. Nikah salonu dedikleri yer, bir nevi tiyatro salonuydu aslında. Sahne, sahnenin önünde protokol koltuklar ve protokolün arkasında normal izleyici koltukları vardı. Sahneye çıkanları izleyip, her "evet"de alkışlayan seyirciler de işe iyice tiyatro havası kattı.

Nikahtan sonra da fasıla gidip, aile arasında bir düğünümsü düzenledik. Ayrıca farkettim ki, bana "rakı-balık-künefe" deyin, her yere giderim.

16 Ekim 2010 Cumartesi

kız kınası

Halamın nikah töreni dolayısıyla yapıyor olduğum iki günlük Denizli seyahatimin tam ortasındayım şu anda. İlk günün sonunda, güne kısa bir bakış atacağım.

Biraz daha geriden başlamaya karar verdim. Salı günü öğle vakitlerinde Denizli biletimi aldığım anda sadece 1 tane ödevim vardı hafta sonu için. Şu anda ise toplamda 6 tane. Murphy diye bir amca varmış, kural mural koymuş "diyollar".

Denizli ziyaretim kesinleştikten sonra verilen 6 ödevin sorumluluğunu üzerimden atamadığım için, bir çanta dolusu kitap ve akustik gitarımla geldim buraya. Sabahın ilk ışıklarıyla geldiğim memlekette yaptığım ilk iş aileyle kahvaltı oldu. Akşam da kına gecesine gittim haliyle.

Kına gecesine damat gelmezmiş adetlere göre (ilginç bence). Çocukluğuma dair hiç bir kına gecesi zihnimde yer etmemiş meğer, hatırlamıyordum nasıl olduğunu. Gece boyunca sanki dünyada ilk defa böyle şeyler yapılıyormuşçasına hayretle etrafımı izledim : kına yakıldığında herkesin ağlamasını, söylenilen ağıtları, ikram edilen gül lokumlarını vs.

Heyecan ve merakla gittiğim ilk nikahtır bu. Zira düğünlerde sıkılırım ben hep. İlk defaya mahsus olan bu heyecanımın sebebi ise ilk defa değer verdiğim iki insanın evleniyor olması galiba. Daha önce damadı ve gelini nikahtan önce arkadaşmışçasına tanıdığım olmamıştı.

Yarın nikah, akşamında yemek olacak. Benim ise hala 6 ödevim, saat 22'ye otobüsüm ve pazartesi sabahına lab'ım var.

11 Ekim 2010 Pazartesi

buGeçerliBİrBahaneDeğil

Benim buraya uzun süreler yaz(a)mamamdaki sebepleri açıklıyorum bu yazıda. Mesela, geçen perşembe akşamı 23-01 arası halı saha yaptık, hava da soğuk mu soğuktu, hastalandım. İlaç almadan hastalığı atlatmak konusunda diretip, çorba-ıhlamur ikilisine başvurdum. Hala burnumun bir deliği tam takır çalışıyor değil, ama inancım tam.

İkincil olarak da, ödevlerim 3. haftanın şu ilk günlerinde çok gereksiz bir şekilde arttı. Lab assignment'lar, okuma ödevleri, ispatlar, örnek çözümlü ödevler, her an quiz olabilir havası akademik hayatımı daha dikkatli bir şekilde yaşamam gerektiğini hatırlattı bana. Ayrıca her hafta yaklaşık 200 sayfalık kitap okuyorum çünkü o kitabın tartışıldığı bir dersim var bu dönem (Modern Turkish Literature).

Üçüncü sebep, yarın bir konserim var. Müzikus'un ilk partisinde Jukebox'ın altında çalacak bir grubum var ve haliyle konser öncesi provalarım oluyor. Provalardan yorgun gelip, yatıyorum hemen.

Son ve en zevkli sebebim de, Müzikus. Yarınki partinin sorumlusu oldum, afiş asılmasından güvenlikçilerle konuşulmasına kadar her şeye koşuşturuyorum. Parti tanıtımlarındaki standın kurumunu yapıyorum, gerekirse stand başında Müzikus'a insanları üye yapıyorum.

"Allah kahretsin, çok meşgulüm, off yhaa" tribi atmışım gibi olmuş. Amma, lakin ki öyle değil.

Alakasız dip not : Peyami Safa'nın Sözde Kızlar kitabının dizisi çekilse Aşk-ı Memnu'dan fazla tutar yeminle. Zaten kitabın yakışıklı karakterinin adı da Behiç. Behlül'ü unutamayan Türkiye halkı, Behiç'i iki gözü yaşlı karşılayacaktır. Yok mu radyo-televizyon okuyan bir okur, ayarlayın olm bişeyler.

4 Ekim 2010 Pazartesi

karabasan

Korkunç bir hikaye anlatacağım. İki gün önce, yatağıma yattığımda kulağımın içinde çok gürültülü, gitar amfisinin feedback yapmasına benzeyen sesler duydum. Sesin rahatsızlığından sola döndüm, sağa döndüm, sesler azalmaya başladığında da uykuya daldım. Hemen uykumun başlangıcında, sağ tarafımdan omzumu dürten bir köpek hissettim. Görmedim ama, hissettiğim kadarıyla burnuyla omzumu dürtüyordu. Hafifçe sağa dönüp, köpeği savuşturdum. Köpek inat edip üzerime çıktı (pati gibi bir şeyler hissettim), üzerimden hemen atlayıp sol tarafıma yattı (yine görmüyorum, sadece hissediyor /veya hayal ediyorum). Ben de soluma dönüp, köpeği tekrar kovmak için hamle etmeye çalıştığımda, vücudumun tek bir eklemini bile oynatamadığımı farkettim. İçimden 5'e kadar saydım: "1, 2, 3, 4, 5, şimdi dönüp köpeği kovuyorum" deyip, bunu tekrarladığım 3 kerede de hareket edemedim. Son olarak aniden uyandığımı hatırlıyorum.

Küçüklüğümüzde geceleri mahallenin en popüler oturma köşesinde, mahallenin gençleri olarak oturduğumuz yerde, birbirimize korkutucu hikayeler anlatırdık. Ben hariç herkes, gece gelen karabasan hikayelerini anlatırdı. Üzerlerine çıktığını hissettiklerini ve kıpırdayamadıklarını anlatırlardı. Belki okuyanlar olarak aranızda böyle benzer hisleri tatmış olanlar da vardır, bilemiyorum. Bildiğim şey şu ki, köpek olarak hissettiğim şey muhtemelen bir köpek değildi.

Ayrıca en son beş gün önce beyti yediğim gece, saçma sapan kabuslarla dolu bir gece geçirmiştim. Çok soğuk olan yurt odamızın penceresini, gecenin bir vakti bolca ter basmasından dolayı açmıştım. Kötü bir geceydi kısaca. Bu akşam yemeğinde tekrar beyti, üzerine de kaymaklı künefe yedim. Bir süre yemek yemeyi ve bu gece uyumayı düşünmüyorum.

Facebook profilimi güncellemek lazım bi' ara.
Dini inanç : Künefe.
Siyasi inanç : Kemal Paşa.

2 Ekim 2010 Cumartesi

alkolAldıkMı

Geçen yine taksimdeyiz arkadaşlarla (bu kalıbın hastasıyım). Birdenbire, sol elimi masaya çat diye vurmak suretiyle sabit bıraktım. Ne başlatmaya çalıştığımı anlayan masa arkadaşlarım (Esat, Nogay, Atilla, Doğu) art arda elimin üzerine şaplaklar atarak oyunuma eşlik ettiler. Her şaplakta bir "aaah" yükseldi, her "aaah"la birlikte birkaç damar çatladı. Oyunun sonunda hiç bir şey hissetmesem de (muhtemelen alkolün etkisiyle), sabah uyandığımda elimdeki acı ve gözle görülür morluklar "niye ?!!" sorusunu sordu bana. Cevab veriyorum : "Sarhoştum, hatırlamıyorum."

Ayrıca, ben "cevab veremedi", "olm" veya "X gibin" şeklinde şeyler yazmayı sevdiğimden öyle yazıyorum, doğrusunu bilmediğimden değil. Türkçenin güzel kullanılmasını her zaman için destekledim. Üniversitedeki tek öğrenci dergisini çıkaran kulübün başkanlığını ve editörlüğünü bile yaptım. Bu tarz konuşma bozukluklarını özellikle kullanma sebebim, blogumun samimi bir konuşuyormuşluk havasına bürümek istememdir sadece. "Ha, bunu da böyle bilsinler."

29 Eylül 2010 Çarşamba

bugün

çok konuştum, çok yazdım. blog'a da bir şeyler yazayım dedim, yer kalmadı zihnimde. şimdi de yatağıma giden yola bakıyorum. galiba uyumaya hazırım, tam anlamıyla. yarına güzel bir yazı gelecek inşallah.

oh

Okul başladığından beridir kendime yapacağıma dair söz verdiğim bir takım planlar vardı. Öncelikle oryantasyondan sonraki gün (cumartesi) gittiğim Şebnem Ferah Harbiye Açık Hava Tiyatrosu Akustik Konserini anlatan ekşiSözlük entry'mi bir de blogumda paylaşıyorum.

"mükemmel bir gecenin ardından yatağıma huzurla dönmenin sebebi olan konser.

konser öncesini anlatarak başlayayım. korkunç bir sıra vardı sol giriş kapısında. beşiktaştan kalkan dolmuşla gelenlerin direk olarak karşılaştığı bir sıraydı bu. herkes de haliyle gördükleri ilk sıraya katıldı, böylece uzayıp giden akılalmaz bir kuyruk oluştu. fakat taksimden yürüyerek gelenlerden birisi olarak biliyordum ki, uzun kuyruğun yanında 15-20 kişilik bir kuyruğa girip içeriye 3 dakikada girmek de mümkündü. onlarca dakika ayakta konser alanına girmeyi bekleyen çokça kişinin hakkını yemiş gibi, ama haksız da bir şey yapmıyormuş gibi hissetmenin ne demek olduğunu orda anladım işte.

sahne ise, her şebnem ferah konseri gibi şıktı. bir ev odasını andıran dekorasyonda, deri koltuk, siyah masa, 3 tane yerden yükselen sarı aydınlatma ışığı, arka tarafta davulun platformuna doğru yükselen kırmızı merdivenler, iki yanda yukarıdan sarkan avizeler vardı. güzel görüntüyü o kadar ciddiye almışlardı ki, metin türkcan'ı ile defa "üstlü" gördük. konser boyunca konuk olarak sahne alan bir ritim gitarist, bir klarnetçi ve 4 kişiden oluşan yaylı orkestrayla birlikte toplamda 13 kişi (gerçi 14 de sayılabilir, geri vokal yapan ceren tügen hamileydi) şarkıları akustik bir biçimde performe ettiler. şarkıları orjinal akışına çok benzer şekilde çaldılar. hatta davulun bile sesini bastırmamışlardı ki, birçok şarkıda oturduğum yerden kafa sallamaya niyetlendim. konserin tek kötü yanı, en sevdiğim albüm olan benim adım orman albümünden sadece 5 şarkı çaldılar (insanlık, ateşe yakın, eski, istiklal caddesi kadar, yalnız) . 9.30'da sahne almaya başlayıp, açık havada verilen konserin saat 12'de sonlandırma zorunluluğu gereği tam 12'de bitirdiler. "daha çok çalalım mı, engel var mı çalmamıza" diye sorup seyirciyi tek bir ağızdan "daha çok çalın" diye bağırttıktan ve "rejiden bir sorun yokmuş cevabı aldık, o zaman doya doya çalabiliriz şarkıları" deyip, yine de 12'de sahneden inince, biraz kandırılmış da hissettim açıkçası.

ayrıca, şebnem ferah dobra dobra şunları da söyleri : "olur olmaz kafalarına eseni yapanların sebep olarak "burası demokratik bir ülke" demesi üzerine, biz de geç saatlere kadar dilediğimiz gibi müzik yapıp "burası demokratik bir ülke" deme hakkına sahip oluyoruz". lafı gediğine koymak böyle bir şey işte.

hastasıyız."

25 Eylül 2010 Cumartesi

oryanta(n)s(i)yon

Tansiyonu yüksek bir oryantasyon oldu bu seneki. Öncelikle sabahın köründe SGM sahnesinde tek şarkılık spoiler performansıyla KoroSU ile konser verdim. SGM koltukları dolmaya başladığında, aniden sahneye çıkarıldık. Işıkların kapanıp, perdenin açılması o kadar ani oldu ki, perde açıldığında gitarımın jakı bile takılı değildi. Seyircilerin gözü önünde, o karanlık sahnede jak aradım bir süre. Allahtan turuncuydu jak, bulması kolay oldu. Ayrıca tek bir şarkıdan sonra sahneden ayrılmak istemiyormuş insan. Sahne hastalığı diye bir şey varsa, ben yakalandım.

İkinci konser de Shuffle ile açık hava sahnesinde gerçekleşti. Konser öncesinde teknik eksikliklerden kaynaklı bir problem oluştu. Uzun süren hararetli telefon görüşmeleri sonucunda "davulsuz mu, yoksa sistemsiz mi" prova alacağımızı tartışıp, davulsuz olmasının daha hayırlı olacağına karar verdik. Fakat şans eseri kurulan tek trampet, yamuk tom ve kick'ten oluşan bir davulla prova aldık.

Bu yorgun günün sonunda ise tüm gözler gülüyordü. Kıssadan hisse : I love the way müzikus moves.

17 Eylül 2010 Cuma

meydan-ı siyaset

Siyasi partilerin kendini sevimli gösterme zamanı oluyor böyle. Ne bileyim, sporla ilgilenmeler, maçlara gitmeler, sporculara prim açıklamalar, sonra müzikten de anlıyoruz öyle ki dünyaca ünlü bir müzik grubu Türkiye'ye geldiğinde onlara köprü gezisi yaptırmalar falan. Anlatmaya çalışayım azcık, bana hak vereceksiniz bence.

12 Dev Adam'ın devleşip dünya ikincisi olduğu turnuva sonrasında, Hidayet'in nezaket kuralları içinde ve olanca sempatikliğiyle istediği primi başbakan açıkladı hemen(kişi başı 1.5 milyon TL), hatta gizemli davranıp final için özel sürprizim var dedi. Final maçından hemen önce de seçim sonuçlarına dair yaptığı konuşmada, "Birazdan da maç var, umarım çifte bayram olur bizim için" dedi. Yine AKP referandum mitinglerinin birisine Hakan Şükür'ü getirmişti. Alt metin : Sporun ve sporcunun dostuyuz.

Bir başka örnek de, U2 geldiğinde başbakan hemen grupla bir odaya kapanıp, grubun Türkiye hakkındaki politik ve jeolojik düşüncelerini aldı. Ama yaptığı açıklamayla da, kendini öyle bir sevimli gösterdi ki : "Hapise giriş hikayemi anlattım, Bono kahkahayı bastı". Bu cümlenin anlamı da şu : "Haksız ve absürd bir şekilde hapse atıldım. Bono bile bana hak verdi ve o devirdeki hukuku eleştirir bir tavırla kahkahayla güldü". Öyle bir ilgilenildi ki U2 ile, Bono Türkiye'de her amatör müzik grubuna aylık maaş, yemek, yol artı SSK yardımı yapıldığını falan zannetse yeridir.

Şimdi yine bu sevimlilik halinin alt metinlerine bakacak olursak, şunlarla karşılaşıyoruz.
1 - "Biz de sizlerden biriyiz, biz de sanatın hastasıyız, aramızda hiç bir fark yok" mesajı vermek (halbuki adama yaklaşamazsın korumaları yüzünden, veya haksızlığa uğradığında mahkemeye veremezsin)
2 - Sanatıyla bir çok kişi tarafından saygı uyandıran sanatçılar ile iyi ilişkiler geliştirerek, ister istemez o sanatçıya değer veren insanların o siyasi kanala (parti veya başka bir şey olabilir bu kanal) sempati beslemesini sağlamak
3 - Üstelik, eskiden mecliste birbirlerine su atıp, tekmeler savuran siyasetçilerin, medyanın sanatçı ile ilgilenilen bu görüntüleri gereksiz yere defalarca göstermesi ile zihinlerdeki çirkin görüntüsünü biraz olsun temizlemek

Sevimsiz bir yazı olduğunun ben de farkındayım. Fakat yazmam lazımdı bunları.

Ayrıca tekrar okuyunca farkettim, "öyle ... ki" kalıbını yeni öğrenmiş gibi heyecanla kullanmışım yazıda.

11 Eylül 2010 Cumartesi

tarih

Bugünkü Türkiye - Sırbistan maçının en skoreri olan, 18 sayı atıp, 7 ribaund alan, kendinden beklenmeyen bir katkı yapan Sırbistan'lı Keselj'i ilk gördüğüm andan itibaren "Oğlum, birine benziyor bu, ama kime" diyordum. Sonunda buldum.

Bu Keselj.


Bu da Keselj'ye benzeyen, bin Galatasaraylı ile on bin Fenerliyi yok(tç) eden adam.



Dip not : 12 Dev Adam tarih yazdı bugün, dünya basketbol şampiyonasında finale çıktı. Kalbim hop oturdu, hop kalktı maç boyunca. Kerem Tunçeri'nin de bayramını kutlar, ellerinden öperim.

7 Eylül 2010 Salı

denizli

Denizi olmayan şehrimde batışını gördüğüm dördüncü güneş bugünkü. Dört güneş boyunca yaptıklarımı anlatayım biraz.
  • Lise arkadaşlarımla olan sohbetlerimin neredeyse tamamı, hala eski günlere atıf yapıyor. Eski anılara hala gözlerim yaşlı gülebiliyorum. Bunu yapabildiğin, başka bir yer var mı bildiğin ? (lise arkadaşları buluşması reklam sloganı)
  • Play-station3'te Pes oynamayı unutmuşum, alışması zaman aldı baya. Ayrıca, 2 saat aralıksız oynadığım için, ve sürekli sol baş parmağım konsolun yön tuşlarına bastığı için mevzu bahis parmağı şu anda kullanamıyorum.
  • İstanbul havasının ani bir düşüş yaşamasının akşamı kaptığım şifa (şifayı kapmak deyiminin aslında iyi bir anlamı olması lazım. şifa güzel bir şey değil mi ki, niye kapınca hasta oluyosun? ) dün iyice azalttı kendini. Otrivine' bağımlı oldum.
  • Köy hayatının hastasıyım ayrıca. Hayatın tadı bence, tarlaların kenarındaki böğürtlen çalılarından koparıp yediğin böğürtlenlerin, ellerini mora dönüştürmesidir.
  • Dünya basketbol şampiyonası da hala hayatımın yoğun bir paydasını oluşturuyor.

2 Eylül 2010 Perşembe

entrika

Dünya basketbol şampiyonasının Türkiye'de yapılıyor olması, Türk basketbolunun ne kadar önemli noktalara geldiğinin çok büyük bir kanıtı bence. Dünya basketbol şampiyonasına ilk kez 2002'de katılan Türkiye, 2010'daki şampiyonaya ev sahipliği yapıyor. Bu büyük bir gelişme. Kıl payı, bir oyla Fransa'ya kaçırdığımız avrupa futbol şampiyonasına üzülmeyi bırakıp, artık dünya basketbolunu ağırladığımız için sevinmeliyiz bence. Her gün, mümkün olabildiğince maçları ve istatistikleri takip eden bir insan olarak, bir süre sadece şampiyonayı yazabilirim buraya.

Basketbolu severim, zira lisanslı bir amatör basketbolcuyumdur. Ama mücadeleci basketbolu, terinin son damlasına kadar savaşan basketbolu, yenemiyorsa bile hala koşan basketbolu severim. Sahanın içinde bütün iyi veya kötü niyetli stratejik hamleleri de severim. Topsuz alandaki omuzlaşmayı da severim, çaktırmadan yapılan kol çimdiklemeleri ve dirsek atmaları da severim, çok da yaptım oynarken. Fakat oyunun sonucunun, maçtan önce yapılan hesaplamalar sonucu belirlenmesinden nefret ettim bugün.

Kısaca anlatayım : Fransa, grup ikinciliğinin en büyük adayı. Bugün, grup dördüncüsü Yeni Zelanda ile maç yaptılar. Normal şartlarda çok rahat yenecek seviyedeler, fakat basketbol bu belli olmuyor tabi ki. Maç öncesi yapılan yorumlarda, Yeni Zelanda'nın 12 sayı ya da daha farklı yenmesi halinde, Fransa'nın birden dördüncülüğe düşeceği ve Türkiye'nin 2. turdaki rakibi olacağı söyleniyordu. Kendileri de yapmış olacaklar ki bu hesabı, 12 sayı ile yenildiler. Türkiye ile eşleşmek neden bu kadar değerli, çünkü Türkiye grup birincisi olarak Amerika ile finale kadar eşleşmemeyi garantiledi. Yani Türkiye'nin fikstürü çok güzel. Gruptan ikinci olarak çıksalardı, çeyrek finalde Amerika ile karşılaşacaktı Fransa, bunu düşünüp Türkiye'nin fikstürüne hallenmeyi tercih ettiler.

İkinci büyük entrika da Yunanistan'dan geldi bugün. Yine favori olarak çıktıları Rusya maçında, önde iken 7 dakikada 2 sayı atıp geriye düştüler. Üçlük atan oyuncuya arkadan gereksiz şekilde faul yaptılar. Sonuç olarak yenildiler. Yunanistan'ın yenilmeyi istemesinin sebebi de, Fransa'nın grup 2. olacağını tahmin etmeleri, ve onlarla eşleşmek istemeleri. Eğer Yunanistan yenseydi, yaptıkları hesaba göre grup 3. olacak olan İspanya ile oynayacaklardı, ki son avrupa şampiyonu ile oynamak hiç de işlerine gelmedi. Onlar da yenildi.

Allahın sopası yok işte. Fransa da hesap kitap işine girişince, İspanya 2. oldu. Böylece Yunanistan boşuna yenildi, zira yenselerdi o grubun en zayıf halkası olan Yeni Zelanda ile oynayacaklardı.

Çirkin şeyler bunlar. Basketbolun zevkini körelten şeyler... Bugün okuduğum bir cümleyi daha iyi anladım şu anda : "Formula 1'de artık pilotlar değil, mühendisler yarışıyor." Bugün de basketbolu oyuncular değil, matematikçiler oynadı. Sinirlendim.

Dipnot : Türkiye'nin maşallahı var.

29 Ağustos 2010 Pazar

anket

Referandum hakkında güvenilir bir anketin olmadığı, +5,-5 tahminlerin bile artık hiç bir haberde yer almadığı bir seçime gidiyoruz. Sebebi ise, muhtemelen artık tüm anketlerde inciSözlük parmağı olduğu için. İnciSözlük hedefine ulaşmışken, bizi de heyecanlı bir seçim bekliyor.

En çok da seçim gecesi, pasta dilimleri arasından seçim oylarını izlemeyi seviyorum.

24 Ağustos 2010 Salı

başkaKimseVarMı

Şimdi kafamdaki tüm çelişkileri falan bıraktım, şu iki soruyu merak ediyorum sadece :

Mor ve Ötesi'nin albümünlerine geldi sıra iTunes'ta. Yaklaşık 7 saattir akıyor şarkılar bir bir. Maroon 5'ın albümlerini indirmiştim, m'den devam etmiş arkadaş. Herneyse, soruya gelelim. Uyan'ın 10. dakikasından başlayarak 17 dakika boyunca çalan hidden track'i albümün en tüyler ürpertici şarkısı bulan bir tek ben miyim acaba dünyada ?

İkincisi de böyle aklına bir tespit geldiğinde mesela, "Bunu nereye yazayım lan, twitter'a mı, facebook'a mı, bloga mı?" ikilemini yaşayan benden başka kimse var mı?

Dipnot : Başlığımı istemsizce naming convention'a uygun olarak yazdım.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

havuz

Perşembe günü, Shuffle olarak aldığım prova ile, önümüzdeki yılın prova maratonunu açmış bulunuyorum. Uzun bir müzik yılının daha beni beklediğini, ve bu sene özel sürprizlerle sahneye çıkacağımı biliyor ve sizlere aktarıyorum. Bazı müzik projesi fikirlerim beni heyecanlandırıyor. Herneyse, provaya dönersek, ta Bronx konserinden bu yana ilk defa Shuffle'ın müziğinden çok haz aldım. Birbirini okuyan 5 elemanın müzik yapması kadar güzeli yokmuş bu piyasada.

Provanın ertesi günü de, Utku'larda mangal partisi (mangal partisi deyince sanki 9 abazan erkekten oluşan gürültülü bir ekiple, çirkin şakalar eşliğinde takılmışız gibi oldu. En iyisi alafranga versiyonunu kullanalım, "barbekü partisi" diyelim. ) ayarladık. İçki ve yemek alışverişinde bile eğlenebilen bir grup olarak sızana kadar güldük. Geceden akılda kalan azıcık tuhaf hikayeleri yazayım :

- Gitmeye hazır halde, saatler 14'ü gösterirken beklenen insan Selimcan gelene kadar gökyüzünde bir tek bulut yoktu. Güneş tam bizi uzaklardan gelen kavruk Brezilyalı forvetlere benzetirken Selimcan geldi. Tam o anda güneşin el sallayarak uzaklaştığına tanık olduk. Hamama girelim bir an evvel (derin nüktecikler, şakalar falan).

- Alışveriş sırasında, içkileri aldıktan sonra et ve tavuk reyonunu bir 10 dakika aramışızdır muhtemelen. Meğer içki reyonunun yan bitişiğindeymiş. Her ne kadar "ama yolda cips mips aldık eabi" diye avunsak da, içimiz gitti bence.

- Havuza giren 6 kişinin 30 saniyelik beyin fırtınası sonucunda yaratılan sutopu (ama tüylü tenis topuyla) son zamanlarda en zevk alarak oynadığım oyun oldu. Her ne kadar parmak ucumdaki yarığın ve sağ pazumdaki morluğun sebebi o oyun olsa da, güzel bir galibiyet aldık (bkz: kanının son damlasına kadar oynamak). Tabi huylu huyundan vazgeçmiyor, perdeleme yapıp pick-and-roll ile takımıma sayı kazandırdım. İbret niteliğinde vidyolar çekildi maç esnasında, onları da ısrarla isteyiniz.

- Mangalın ilk defa sorunsuz yapıldığı bir organizasyondu. Çok da güzeldi. Oruçları bozmamak için bu paragrafı atlıyorum derhal.

- Gitarlar çalınmaya başlandığında, yine "Promises-Bu böyle" nakarat şenlikleri geleneği, tüm bağırışlarıyla sürdü. Creep'teki "run"ları söyledikten 30 saniye sonra, güvenlikten uyarı aldık ("müziğim ben öldükten 50 sene sonra anlaşılacak". Ben öldükten sonra anlaşılacağım tribi de en sevdiğimdir). İki gitardan birinin mi teli, diğerinin re teli yoktu, gerçi kıyak kafayla tribünden marş söyler gibi söylenen müziklerde böyle ufak detayların önemi yoktur bence.

- White russian'lar seviyeyi biraz yükseltti içki konusunda. Esat'ın parasıyla aldığı mataranın kaybolup, aynı şişeye güvenlik kameralarına çaktırmadan konulan ikinci mataranın sahibinin mutlu mesut evine dönmesi mutsuzluk tanımıdır dün gece için. Allahın sopası varmış ama nişan alma yetenekleri yokmuş meğer.

- Herkeste bir armani code black çılgınlığı var ki, sorma gitsin.

- Deniz otobüsü de İstanbul'un trafik sorununu çözmüyorsa, o sorun çözülmez arkadaş. Bu kadar konforlu bir yolculuk yapmadım ben İstanbul'da. Bir ara, "Herhalde durduk lan, çok acayip, tekeri de patlamaz bu meretin" diye sağıma baktım, hala hızlı bir şekilde hareket halinde olduğumuzu gördüm.

- Belki yüzyılın tespiti değil ama, İstanbul'daki semtlerin köy yavşaklığından utanıyorum. Bakırköy, Yeniköy, Ataköy, Kadıköy... Bu liste uzar gider.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

ada sahilleri

Burcu ile bir iddiamız vardı dönem başında. Dönem içinde kimin GPA'yi daha yüksek olursa, o diğerini boğaza sıfır bir yerde balık-rakı yapmaya götürecekti. Dün bu sorumluluğu, yenilen taraf olarak yerine getirmeden önce yaptıklarımı azıcık da olsa anlatıp, geleceğe not düşmek istedim.

Evvelden konuşup programladığımız gibi, bisiklet kiraladık önce. Burcu'yla kiraladığımız çift kişilik bisiklet (tandem de denir) ile seyir halinde cam apartmanın önündeki çöplüğün az öncesinde, 5 metre kadar önümdeki Cemre'nin sesiyle irkilip kafamı kaldırdığımda, Cemre'nin dizi ve kalçasının aynı çizgi üzerinde, yere paralel ve kafamın bir 15-20 santim üzerinde olduğunu görüp frenlere bastım. Biraz sonra Cemre ağır çekimde yere düştü (Cemre'yi havada gördüm, şahitlerim var). Kıssadan hisse : Esat'ın ellerini bırakmış bir şekilde bisiklet kullanırken fotoğrafını çekmeye çalışmak tehlikelidir.

Büyükadayla ilgili bir tespit : "Adada ne kadar tekel bayi, manav, restoran, bisiklet kiralama işletmecisi varsa, hepsinin de gözü renkli."

Aya Yorgi kilisesine (hatta girdiğim ilk kiliseye) ilk adım atışım, bir ramazan ayının ilk cuması öğleden sonra olacak deseler, herhalde "Murat Mustafa'daki akıl almaz mantık hatası !!bir1 (bu espriyi her ünlemde yapayım ki, ekşisözlük yazarı olduğumu bir kez daha gözler önüne sereyim)" derdim. Girişte mum dikip, amen dedim (dua etmedim ama). Önceki gün iftar trafiği olur diyerek revzen'e iki saat daha geç gitmeyi düşünmüştüm halbuki. Bir yanda iftar, diğer yanda mumlar kafam karıştırmadı değil.

Büyükadayla ilgili ikinci bir tespit : "Balıkçılar sokağında, iskeleden uzaklaştıkça fiyatlar azalıyor, künefe ikramları artıyor."

Halk plajındaki denizde, derinlik diz boyunu hafifçe geçmişken görülen deniz anası aklıma, "Acaba halk plajı ve diğer beach'leri birbirinden ayıran fark giriş ücreti dışında, bu deniz anası mıdır?" sorusunu getirmedi değil. Ayrıca halk plajına giriş : 5 tl, ikinci el erkek mayosu : 5 tl (yok lan saçmalama, almadım tabi ki), tüm adayı daha önce iki kere faytonla gezmemin rahatlığıyla gaza gelip yaptığım "tandem bisikletle büyük tur" sonrası yorgunluğu ile, halk plajında denize karşı 45 dakika uzanmak priceless.

Büyükadayla ilgili üçüncü bir tespit : "Turistler güzel fotoğraf çekemiyor. Gönülleri kırılmasın diye "Thank you" diyosun ama yine de. "

Güzel, mutlu bir gezintinin yanında tatlı yorgunluğu da ücretsiz veriyorlar.

Galiba bitti.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

sus

Çok yakın bir arkadaşımın, Amerika'ya gitmeden önceki son hafta sonunu güzel geçirmek adına katıldığım içmeceyi çok başarılı buldum. Liseden arkadaşlarla, konuşma tarzında, hatta hiddetli tartışmalardaki bağırış, çağırışlarda dahi bir değişiklik görmediğim insanlarla lise tadında muhabbet etmek, eski geyikleri derleyip düzenlemek, yeni projeler konuşmak gibi lezzetli mezeleri vardı akşamın. Based on a true story

Sabancı'da yaz okulu = İstanbul'a yakın nezih bir tatil köyünde, yakınların ve sevdiklerinle yaz tatili yapmak gibiymiş. Rutin bir sıklıkta nargile içmek, sinemaya gitmek, içki içmek, bolca sohbet etmek ve spor yapmak gibi güzel hobileri varmış tatilin. Havaların bunaltıcı sıcak olmadığı bir dünya dilesem de, pervanenin "3" nolu butonuyla da idare ediyorum gayet.

Okulun bütün otomatlarındaki hoşbeş'i bitiren insana söylüyorum : "Git şimdi, aşağı marketten bana yenisini al". Ayrıca, benim ultra bilimsel teorime göre, hoşbeş'in yakalaması gereken yüksek satış grafiği ve aşırı karlılık oranı, hoşbeş üretilen fabrikadaki işçilerin aşırı tüketimi sebebiyle (1 kere üret, 2 kere ye) mümkün olamıyor uzun süredir. Yoksa, çoggüzel olm tadı.

Recep Bey ve memur Kemal Efendi arasındaki söz düellosunu severek izliyor, daha ne kadar "isim üzerinden siyaset" konuşacaklarını ve sözü ne zaman küçük bir hukuksal devrim niteliğindeki anayasa değişikliğine getireceklerini merak ediyorum. Yine de oldukça orijinal ve/veya komik konuşuyorlar bazen : "Oy pusulasında Hayır'ın rengi kahverengi. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var. Bunlara öyle bir hayır diyelim ki, kırk yıl unutamasınlar !!!11BİR! " . Ayrıca bir politik söylevin komikliğinin (ve absürtlüğünün), sözcüklerin içinde "kırk" sayısı bulma ve onu kullanma oranıyla doğru orantılı olduğunu keşfettim şu anda (bir diğer örnek için : Devlet Bahçeli ile kırk yapar).

Son olarak, başlık, bu kaydı yazmaya başladığım saat 2.23'te karşıdaki yurtlardan gelen keman ve trompet seslerine gelsin. Yeter ulan. Odam zaten güneş görüyor ayı gibi, bir de pencere açık bir şekilde sizin enstrümanlarınızın seslerine bakınca iyice çekilmez oluyor burası. Yetkililere sesleneceğim, az kaldı.

3 Ağustos 2010 Salı

(r) erör (erö)

Derste hoca exception'ları işliyor (exception error demek java dilinde). Her exception dediğinde inception aklıma geliyor, her inception aklıma geldiğinde açıyorum ekşisözlük'ü, gerek yorum-dedikodu, gerek komplo teorileri okuyorum. Kesmiyor, Christopher Nolan'ın röportajları okuyorum.

Hayır, hoca yarın, öbür gün exception'la ilgili ödev vericek, "loop within a loop" şeklinde comment'ler yazıcam ödeve istemsiz şekilde, o olucak. Zira aklıma exception konusuyla ilgili sadece "Cobol engineering" (Cobol engineering ile Cobb'un isimlerindeki benzerliği anlatayım bi' ara, hatırlatın da ) ve "limbo" geliyor.

Film spoyler ---

Kick ekşicilerin sandalyeden düşmesiymiş.

Film spoyler ---

29 Temmuz 2010 Perşembe

müzigis

Tuzla'daki konser hakkında birkaç anı anlatayım diyorum.

- Konsere giderken Elif'in yanlış yola girmesiyle birlikte uzayan yol maceramız, otoyolun yanındaki elektronik billboard'larda boy boy gösterilen konser afişimizde kendimizi görmemiz, heyecanlanmamız ve otoyolun ortasında durup, telefonla fotoğrafını çekmeye çalışmamızla sonuçlandı (konser afişinde, "Tüm halkımız davetlidir" yazıyordu).
E : Ben bunu görün diye yanlış yola girmiş gibi yaptım. Plan buydu aslında.

- Konser alanına girdikten sonra davulun olmadığını farkedip okuldaki davulu almak için bir otoparka gittik önce. Tuzla belediyesinin siyah plakalı, yeşil Nissan pikapıyla yola çıktıktan sonra benzin ibresinin sıfırda olduğunu farkettik. Zaten heyecanlı olan bünyeler "Acaba hangi caddede biter lan benzin" diye düşündü azıcık. Korktuğumuz olmadı gerçi, konsere yarım saat kala yetişebildik sahneye (lan).

- Sahneye çıkmadan önce kulislerde saati beklemeye alışkın olan (bkz : "Arkadaşlar nerdeyiiz? Kulisteyiiz" vidyoları) ekip üyelerine, sahne arkasında kıyafet değiştirmek zorunda kalmak hiç koymadı ya en çok buna şaşırırım. Bendeniz, arabada giyindim (süperman misali). Arabaya sivil girip, süper neşeli kostümümle çıktım 2 dakika içinde. Grup arkadaşlarım ise boxer'larındaki desenleri sahne arkasındaki seyircilere izlettiler.

- İlk şarkıya her zamanki gibi Elif'in akordeonuyla başladık (Hababam soundtrack). Tam o sırada, eline mikrofon alan bir görevli kelimesi kelimesine : "Evet, Tuzlulllar (Tuzlalılar demek istiyor) İşte o an geldi, Sabancı Üniversitesi Müzigis (Müzikus) grubundan Neşeli Günler karşınızda, alkışlarınızla" dedi.

- Haluk'un son konseri dolayısıyla ona bir sürpriz hazırlayıp Sessiz Gemi çaldık. Tam şarkıyı anons ettiğimizde, yine bir görevli (aynı adam mı bilmiyorum) : "Armağan bey, hazır duygusal konuşmaya başlamışken ... bikbikbik ... bizi eskilere götüren Neşeli Günler'e çiçek takdim edelim mi? (cevap beklemeden) Sayın kaymakamımız Mümin Heybet'i (1.60 boyunda halbuki) sahneye davet ediyorum. " dedi. Kaymakam gergin bir müzik arka planının eşliğinde sahneye çıkıp, indi. Kayıtları dinlerken bile korkuyorum hala (Paul McCartney öldi mü, ıssız Kaymakam geldi mü).

- 2. bisin ardından sahneyi terk etmek üzereydik ki, bir seyirci " Ama allahın hakkı üçtür" dedi. Cevab veremedik, şarkı çaldık. Hakkımızı teslim ettikten sonra da seyircilerden "Tuzla sizinle gurur duyuyor" tezahüratını duyduk.

- Fotoğraflarımızı çeken Cemre, Haluk'a
- Ağlasana olm, son konserin.
- Ne ağlıcam yea, çek işte böyle.

- Sahne ekipmanları, sahne düzeni, seyircilerin çokluğu, konser sonrası sahilde yenilen köfte, ardından Bostancı sahildeki muhabbet ve (galiba) uzun bir aranın başlangıcına gelmiş olan Neşeli'nin, aradan önceki son konseri olması gibi sebeplerden, benim hafızamdan uzun zaman çıkmayacak bir konser oldu Tuzla Sahil (Live) 2010. Hem sahne performansımız, hem müzik performansımız üst düzeydi.
Ayrıca en kaygısız konserimdi. Tuzla da, Müzikus'un peşini bırakmayacak gibi 2010'un sonuna kadar. Başka bir Tuzla konser sonrası yazısı gelebilir sanki, inşallah.

27 Temmuz 2010 Salı

prova

Müziği, nereden baksanız 10 senedir, gerek kulislerde konser heyecanı yaşayarak, gerek provalarda, gerekse dinleyici olarak yaşıyorum (gerek laptopumda). İlk olarak bağlama hocamın benden çalmamı beklememesine rağmen, elime tutuşturduğu notaları tek tek altına ne olduklarını yazarak çaldığım dersten zevk almıştım. Günümüze gelene kadar yaptığım müzik tarzı çok çok değişti. Türkülerden, eğlenceli pop-rock'a ne zaman dönüştü müziğim, tam olarak şemasını çizemesem de, siz anladınız işte. Değişmeyen ise bana hep zevk veren şey olmuştur : gitarın tellerinin parmaklarda yaptığı uyuşukluk.

En son Manisa konserinde (Neşeli Günler Kumpanyası, Haziran 2010) çalmıştım gitar. Bir buçuk ay olmuş. Bugünkü provaya gelene kadar ise, gitar kılıfında sessizce oturuyordu. Kılıfı açtığımda, o gür koku (tinerciler vs. kılıf koklayıcılar) yine burnuma saldırdı (gitar kılıfı kokusunu ayrı seviyorum). Provadan çıktığımda ise parmaklarım, gitar çalmadan geçen bir buçuk ayın etkisiyle alıştıkları yeni kültür ortamından ayrılmanın hüznüyle dolmuştu. İlk gitar çalmaya başladığımda, arkadaşlarıma parmak uçlarımı elletmiş, gözü yaşlı bir şekilde "Olm, nasır tutuyorlar. Artık parmaklarımı hissetmeyeceğim allam, ne güzel" diye dolaşmıştım. Bugünkü provadan sonra ise, yine o uyuşukluk-zonklama halini hissettim. Tatlı acı, beyaz yalan, mutluluk gözyaşları gibi tezat ikilemeleri yaşadım.

Çok da bir yere bağlamaya niyetim yok. Esat'a bi' geçmiş olsuna uğrayarak bitiyorum.

22 Temmuz 2010 Perşembe

üzüm

Uzun süredir uğraştığım java ödevimi hoca ile tartışmak için ofisine gitmek konulu bir mail attım. Dedim ki, "Hocam, yarın için bir "office hour" yazmışsınız, ama oda numarası yazmıyor, nerede oluyorsunuz o saatte". Cevap, "Vallaha bilmiyorum numarasını da, mühendislik binası part-time hoca ofisindeyim. Sekreterliğe yakın, sorsan oradakilere gösterirler." Bu tarif üzerine, okulu avucunun içi gibi bildiğimi iddia eden ben, durumumu bir kez daha gözden geçirmeye, fens'in derinliklerinde biraz daha gezinmeye niyetlenmiştim. Elimle koymuş gibi buldum odayı, tüm niyetlerim boşa gitti. Kampüste 10 kaplan gücündeyim.

"Üzümden filan" yapılan şey dedin de, canım rakı çekti. Hele şu mezelik şarkının üzerine : Sabahat Akkiraz - Gemi

Orhanlı kebab'ın yanındaki tekelin sahibi dedenin, Danimarka'nın Nobrain kentinden geldiğini düşünüyorum. Adamı görünce kafamın içinde bir ıslıktır çalmaya başladı. Zaten bize sattığı Binboğa Ice'tan (nam-ı diğer, strepsils) da hayır gelmedi, kustum.

Aranızda sarhoş olduğum zaman yaptığım rutinlerden haberi olmayan vardır belki diye yazıyorum. Başlık da üzüm olunca tabi, ister istemez aklıma böyle şeyler geliyor. Öncelikle kayboluyorum ben sarhoşken. Ya evin üçüncü katındaki tuvalette, ya da shuttle'a binmiş buluyorlar beni. İkincisi de acayip mesajlar atıyorum. Çok sarhoş olduğum gece Armağan'la mesajlaşmamı anlatıyorum :

A: Nerdesin?
M: 3. kattayiyi9
A: Napıyosun olm orda? Beşinci kata gel
M: zinn.ep otop og wktopng.

15 Temmuz 2010 Perşembe

java

dersteyim. 2 haftadır java'yı inceliyoruz ve ben çok başarılı buldum, yakında hastası olucam, hiç hoş değil, belirtmek istedim.

hiç adetim de değildir, böyle iki cümlelik blog'lar.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

düğün

Revzen'e dünya kupası üçüncülük-dördüncülük maçını izlemeye gittik birkaç arkadaşla. Sünnet düğünü varmış tam o saatlerde mekanda (ki mekanı bilmeyenler için konuşuyorum, hiç de sünnet düğünü mekanı değil, bildiğin nargileci orası. Tesis ve imkanların çok kısıtlı olduğu bir ülkede yaşıyoruz, evet). Geceye dair bir tespit : Düğün müziği sustuğunda maç daha 54. dakikadaydı. Biz buna şaşırdık, zira 80. dakika veya uzatmalarda zannediyorduk biz Emir'le birlikte. Tespiti de şöyle açıklayayım : Benim çocukluktan kalma bir huyum var, korkulu rüyam olan düğünlere karşı "kaçınılmazsa zamanın geçmesine bakacaksın" tavrı. Arkada düğün müziği eşlik ederken, ben "Öff, bitse de gitsek" diye kendimi ileri bir zamana atmışım meğer. Zaman makinası falan değil, geleneksel bir Türk düğünü (geleneksel sınırı halay ve zurnadır, bunlar yoksa geleneksel değildir) yetiyormuş olaya. Düğün müziği bittiğinde ise normal zamana dönmüş, ve "54. dakikada mıyız? Halbuki demin uzatmalardaydık, neler oluyor!!" diye şaşırmışım.

İkinci bir konu da şu ki, vuvuzelanın ve Ömer Üründül'ün sesini özledim (literally) (Bence literally'nin Türkçesi yeminle'dir, o konuyu da sonra konuşuruz bi ara. ). Maç esnasında Ömer Üründül'ün sesini duyamayınca gülemedim hiç. Farklı bir dünya kupasıymış gibi, sanki orası Afrika değilmiş gibi, Vaka Vaka yalanmış gibi hislere kapıldım. Ömer Üründül bir komedi unsuru, yorumcu kimliğiyle bir maç esnasında "Çok kral maç oluyo haa", yarı-final maçında da "Maç kritik" dedi. Bu cümleler maça zevk katıyor bence. Yorumcu olarak futbol terimleriyle boğmayan, hatta yanında elinde birayla maç izleyen bir adammışçasına "Oovv, iyi vurdu" gibi yorum yapan bir yorumcu da her maç esnasında bulunmuyor. Futboldan zerre zevk almayan bir insan olarak, nasıl oldu da dünya kupası maçlarını izleyebildim diye sormam artık kendime. Çünkü futbol gerçekten sadece futbol değil.

8 Temmuz 2010 Perşembe

buzlu badem

Yaz okulundan aldığım tek ders olan "Advanced Programing"i anlatan hocanın, SuCourse'a koyduğu ders programından anlamalıydık aslında değişik bir adam olduğunu. Ben bunu ikinci dersten anladım, size de anlatayım dedim.

Dersi mis gibi C++ varken, Java üzerinden anlatacak olması zaten ilgi çekmişti biz öğrencileri arasında. Yine de "Bence Java, C++'ı yok eder" üzerine bir konuşma bile yaptık ilk ders arası arkadaşlarla. Hocaya dönelim, adam İsrail'den gelmiş, ama Türkiye doğumlu, Türkçe'yi ana dili kadar olmasa da baya iyi konuşuyor. "Kartal'a dolmuşla nasıl gidiliyor" dedi ilk ders arasında (Derste İngilizce soru soran öğrenci bu soruyu duyunca sandalyeden düştü). Sınıf cevab veremedi haliyle (Şoktan değil ama, dolmuş kullanmadığımızdan). İlk dersin sonuna doğru hoca projeksiyona hem kendi laptobunu hem de sınıfın bilgisayarını bağladı. Sonra aniden durakladı bir saniyeliğine ve "Son zamanlarda gördüğüm, en güzel işleyen projeksiyon sistemi yalnız bu" dedi. Sebebi ise, gerçekten iki bilgisayar girişinin olmasıydı projeksiyonun. Bir bilgisayardan diğerine geçerken adamın gözleri doluyor, arkada bizim duyamadığımız ama hocanın duyduğu bir bando marşı çalıyormuş gibi göğsü kabarıyor falan. Zaten Java gibi bilgisayar teknolojisinin ilk ürününü anlatmayı tercih etmiş adam. Üzerine bir de bir görüntüden diğerine geçiyor diye projeksiyonu "dünyada bir numara, mesleğinde öncü teknoloji" yaptı ("Televizyon izlerken ayağa kalkıp alkışlıyor mudur acaba" dediğinizi duyar gibiyim). En son bombasını da bugün patlattı. "Klimanın sıcaklığını artırmama itiraz eden kimse var mı arkadaşlar?" diyen bir öğrenciye, "Dur dur, ben yapıyım, öğrenmiş olurum hem" dedi. Klimanın kontrolü ile bir süre bakışıp, "Üzerinde tek tuşu var, ona mı basıyorum" dedikten sonra, "Sağ tarafındaki bölmeyi açın hocam, ordan artırın ısıyı" deyip, hocanın yapamayacağını anlayan bir öğrenci tarafından işinden alıkonuldu. Öğrenci ısıyı ayarlarken, hoca kürsüye yürüdü. O anda suratındaki sırıtış şunları diyordu : "Of be, oğlum ben şimdi bunlar gittikten sonra nasıl da ayarlarım sınıfın sıcaklığını. Sonra ofisime gider, oradaki sıcaklığı -2 ye getiririm, ardından 23 derecede bırakırım. Aklıma başka şeyler de geliyor oda sıcaklığı ile yapılacak, ama onları da daha sonra yaparım, nasıl olsa sağ taraftaki bölmeyi açtım mı, tüm istediklerim bir tık kadar yakınımda."

Hayır, sevinsin, eyvallah, bir şey demiyorum, ama yarın, öbür gün birisi yanlışlıkla ağzından yurt odalarından saniyede 8mb ile film indirilebildiğini kaçırdığında, adamın bizi kafasında "Yurt odasında buzlu bademle akıl almaz şeyler yapan" öğrenciler olarak yorumlamasına nasıl engel oluruz onu bilmiyorum gerçekten.

29 Haziran 2010 Salı

denizli rutinleri

Bu başlıkta Denizli'deki rutinlerimi tartışıyorum :

1 ) Hala ile balık rakı : Biz İstanbul'da okuyan yeğenler olarak (Ebru ve ben), halamın daveti üzerine her Denizli ziyaretinde yaparız bunu. Bir alabalık lokanta bulunur (bi' öncekinden memnun kalmayan dörtlü (bize her seferinde eşlik eden Kasım da vardır), her seferinde yeni bir lokantaya adım atar). Açılır bi' büyük, önce kendi geleceğimizi kurtarırız, sonra Türkiye'yi. Belki maç izlenir o esnada. Gecenin sonunda da konuşmalarla birlikte dağılırız. Rutinlerin içinde ayrı bir yeri vardır.

2 ) Hamam : Bu geleneği amcaoğlu ile başlattım. Çok methini duyduğu bir hamamı önerdi bana. Ben tabi gencim o zamanlar (iki yıl oldu, olmadı). Dedim tamam, kesin gidelim. Çok çılgın, böyle güzel arabalı, genç kızlı (kız güzel değildir, güzel gibidir. omzu açık elbisesi vardır üzerinde çünkü) falan filmlerdeki gibi yörenin çok saygı duyulan ve yaşlılarca gidilen (benim durumumda bu hamam oluyor) bir yere gidip "vuhu, nasıl da şaşırdınız değil mi bizim gibi gençleri x'te (hamamda) görünce !!! Biraz önce içtik biz. Şu arkadaşın babasının arabasıyla geldik, üstelik babasının haberi yok !!! Bune ne diyorsunuz ha, aklınızı mı aldık?" diycez zannediyorum ben. Saunadan çıkıp havuza girerken (all-in-one hamam bizimki) peştamalı düşürmemek için girilen telaş bağımlılık yapıyormuş meğersem. Gerçi rutinler içinde en bir kaytarılanıdır bu (şu ana kadar 2 kere yapıldığı için rutin bile sayılmayabilir).

3 ) Yolda sürekli birisiyle karşılaşmak, sohbet falan derken gideceğin yere geç kalmak: "Allah kahretsin çok arkadaşım var memleketimde" deyip hava atmaya niyetli değilim. Fakat bu oluyor niyeyse. Göz doktoruna gideceğim bugün. Şöyle bir hesap yaptım : "Yürümek 15 dakika. Yolda arkadaş görüp 10 dakika da oyalansam..." diye devam ediyor. Küçük şehir tamam. Çok fazla akrabam var, o da tamam. Ama her biriyle sohbet edip, gideceğin yere geç kalıyorum ve buna bir tamam'ım yok. Edilen 5er dakikalık sohbet şu başlıkları içeriyor genelde "Ee, nerdesin şimdi? Gelmiyorsun pek buralara. Gelmezsin tabi, okulun güzel yerde ( eşittir İstanbul'a hiç gelmedim, Sabancı nerde bilmiyorum) . Eheheh, unuttun bizi olm, arayıp sormuyosun hiç. Tamam gitmeden kesin görüşelim."

4 ) Alışverişe gitmek : Ucuz memleket vesselam. Bir de dededen ve babaanneden gelen bir miktar cep harçlığı alışmadığı yerde durmuyor tabi, çıkmak dolaşmak, haykırmak istiyor. Bu başlık kısa bitti. Neyse, nasip.

Şimdilik bu kadar. Aklıma geldikçe yazarım dahasını.

24 Haziran 2010 Perşembe

Film hakkında.2 - "Güneşi Gördüm"





Güneşi Gördüm
filmi hakkında bir yazı olacak bu. Spoyler ve inci'ciler için özet içerir.

Film hakkında söylemek istediklerimi başlıklar halinde toplayayım da, okuması kolay olsun :

1- Süte dökülen kan (süte boyanmış kırmızılık), sütü dökme sahnesi ve gay adamın ilişkisini yüzümüze vurup, sonra hiç sanki öyle bir şeyden bahsetmemiş gibi film bittiğinde, aniden "Kardelen"den bahsetmek da neyin nesi ! Kardelen figürünü algılayamadığımdan değil bu sitemim, Mahsun'un sağ gösterip, ne sağ, ne sol, hiç bir şekilde vurmamasındandır. Sanki süt üzerindeki kırmızılık ile gaylerin çektiği zulmü çok güzel anlatacakmış gibi oynatmış filmi, sonra küt diye bitirmiş, olmamış, cevab verememiş.
2- Kardeş katli vurgusunu biraz açalım filmdeki. Birbirini öldüren kardeşler dolayısıyla ağlayan ana ve perişan olan baba yüreği filmin ana temasıydı. Filmin başında kendi kardeşi ile çatışmada karşı karşıya gelen Berat ve Serhat kardeşler (PKK'lı Serhat ölüyor), ardından kendi erkek kardeşini cehaletten öldüren kızlar, en sonda da gay kardeşini öldüren Maho filmin en trajik sahnelerini oluşturdular. Şimdi bunları filmin mesajına bağlamak gerekirse, cehalet ve ana-baba uğruna (ben sizin için savaştım vurgusu önemli burda, daha da önemli olan bu vurgunun her iki tarafta da olmasıydı (PKK ve TSK) ) sürdürülen dava 25 yıldır kan dökülmesine sebep oluyor denmiş özetle. Filmdeki eksik ise savaşa, zulme, "Yeter artık, kardeşler birbirini öldürmesin"e vurgu var, ama çözüme dair bir öneri yok. Analar çözecek davayı dedi bir yanda, ama nasıl çözer analar söylenmemiş. Üstelik filmdeki çirkin bir gönderme de şudur : Gay kardeşini (yani normal olmayanı, başka değişle diğerini) öldüren erkek kardeşi (yani normal olan, olması gereken (!) ) "Ben sana demiştim, beni dinlemedin" diyor, duygulanıyor, ağlıyor. Burdaki mesaj şunu söylüyor : PKK'nın (teröristin, yani diğer kısmın) uyarıldığı, fakat TSK'nın teröristleri öldürmesinin gerektiği, üstelik bunun tüm uyarılara, dayaklara ve içindeki "kardeş" sevgisine rağmen kaçınılmaz olduğu , gerekçe olarak da "Biz size demiştik dağdan inin diye" denmesidir.
3- Filmin en önemlisi kısmı bence, filmin ismi ve Kardelen figürüydü. Güneşi (başka bir deyişle aşık olduğu şeyi) gören kardelen çiçeği son bir kez ona bakıp ölürmüş, filmde anlatılan şekliyle açıklamak gerekirse."Güneşi görmek" yani tüm hedefine, arzusuna, aşkına ulaşmak ve bu uğurda ölmek yüceltilen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. "Güneşi görünce ölmek" eşittir başarmak, nihai hedefine varmak olarak anlatılmış. Tabii, filmin konusunu da işin içine katınca, "Güneşi görünce ölmek", güneydoğudaki savaşı ( terörü ) sonlandırmak adına savaşmak, tam başarırken ölmek anlamına geliyor. Mesaj ise açık : Terörden kurtulmak için ölmek zaruridir. Bu normal, hatta gerekli bir olgudur. Böylece aşkına, arzuna, hedefine kavuşmuş olursun. "Savaş bitsin artık, kurşun sıkılmasın, insanlar ölmesin" yerine, daha karamsar bir şekilde, "Bu savaş elbet bitecek, fakat iki taraf da "aşkları" (bu aşkların ne olduğunu başka bir zamana bırakalım) uğruna ölmeye (ve öldürmeye ) devam edecekler. Sonucunda da bir taraf kazanacak. Fakat kazanan taraf, onca askeri ve ekonomik kaybın bir sonucu olarak, ölmek (yok olmak) üzereyken güneşi görecek (amacına ulaşacak)" denmiş filmde.
4- Mahsun Kırmızıgül'ün hem yönetip, hem oynaması nasıl bir durumdur, birisi açıklasın lütfen bana. Ciddiyim bak, sitem etmiyorum, kıskanmıyorum da, ama "Mahsun kamera karşısında koşarken kameranın en ortasında olduğunu falan nasıl ayarlıyor? " anlamak istediğimden sordum. Film eleştirmeni falan değilim, meraklıyım sadece. Bu işin bir yardımcı (yedek) yönetmeni illa ki vardır gibi, hatta olmalı bence.
5- Fakir edebiyatı ve görüntünün sürekli bir aç-kapa (artema) modunda olması can sıkan noktalardı film boyunca.

Özet : Gerçekten vasat ve (birbirinden alakasız sahneleriyle) sıkıcı bir filmdi. Filmi oldukça başarısız buldum. Sıkıcı ve vasat olduğunu varsayıp, ona göre izleyin.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Film hakkında.1 - "Babel"

Babel filmini izledim geçen gün. "21 grams" filminin de yönetmeni olan Alejandro Gonzalez İnarritu'nun çektiği, 2007 en iyi film oscar'ını kıl payı kaçırmış bu film ile ilgili etkilendiklerimi ve düşündüklerimi yazmaya niyetlenip, böyle bir yazı oluşturdum. Ekşi sözlük'te de bu yazının bir kopyasını bulabilirsiniz. Filmi izlemeyenler için spoyler niteliğinde olan bu yazıya devam etme isteğinizi tekrar bir yoklayın derim (izlemeyenlere derim tabii ki de, izleyenler çekirdeklerini çitleyip okusun).

Filmde üçlü hikaye anlatılıyor. İlk hikaye Babil'de başlıyor, bir turist otobüsünün yeni yetme Fas'lı bir çocuk tarafından atış poligonu deneme tahtası olarak kullanılmasıyla başlıyor. Muhtemelen asma bahçelerine gidiyor turist kafilesi. Kafilenin içinde evli Amerikalı bir çift var, çocuklarını bakıcıya bırakmışlar, akılları sürekli onlarda. Diğer hikaye voleybol oynayan 15-20 yaşlarında bir Japon kızın hikayesi. Kız sağır. İlk cinsel deneyimini güçlü duygularla arıyor, genel olarak hikaye Japonya'ya döndüğünde kızın cinsel deneyim arayışından bahsediliyor. Üçüncü hikaye de Babil'deki ailenin San Diego'da bıraktıkları çocuklarının hikayesi. Bakıcının oğlunun düğünü için Meksika'ya gidiyorlar. Bu üçünün birbiri ile bağlantılı hikayeler olduğunu sezinliyor, ve heyecanla neler olacağını, yönetmenin izleyenlere neler anlatacağını bekliyor insan ilk 45 dakikada.

Sonra olaylar gelişiyor, turist kafilesini deneme tahtası olarak gören Fas'lı çocuk, çocukların annesini vuruyor. Zorunluluklardan dolayı anneyi bir köye getiriyorlar, o köyde veteriner tarafından muayene ediliyor ve temizlemek için çakmakla ısıtılmış bir iğne ile dikiş atılıyor omzuna. Politik sebeplerden dolayı uzunca bir süreden sonra ancak hastaneye götürülüyor, bu süre boyunca altına işemek durumunda kalıyor, kısaca oldukça kötü koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Japonya'daki hikayede kız iç çamaşırını çıkarmış bir şekilde geziyor, en sonunda evine gelen polisi çağırıp onunla ilişkiye giriyor. Meksika'ya giden çocukların hikayesi ise, düğün sonrası içmiş bir şekilde çocukları arabayla evlerine bırakmaya niyetlenen yeğenin boşboğazlığı yüzünden polislerden kaçıp, çölün ortasına bırakılmaları hikayesi kısaca. Daha sonra bakıcıları sınır dışı edilen çocuklar, çölün ortasında aç-susuz, acıyla boyanmış bir halde bulunuyorlar. Hikayeler 2 çocuklu ailenin etrafında toplanıyor. Japonya'daki kızın babası, anneyi vuran silahı Fas'taki turist rehberine bırakıyor, polisler de babayı bu yüzden arıyorlar.

Kendi çıkarımlarıma dayanarak söylüyorum, yönetmenin verdiği iki mesaj ise şunlar :

1 - "Tüm insanlar acı çekiyor, gerek üçüncü dünya ülkesinde yaşayan insanlar, gerekse dünyanın ekonomik olarak ilk iki sırasına yerleşmiş ülkelerinde (Amerika ve Japonya), refah ve zenginlik içinde yaşayan insanlar, hepsi acı çekiyorlar." Bu mesajı, Japonya'da yaşayan zengin aile üzerinden şöyle veriyor, ailenin annesi başına kurşun sıkarak intihar ediyor. Kızları sağır. Babası eve geç geliyor, kızı ile ilgilenemiyor, kız çok yalnız büyüyor, dolayısıyla cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için her türlü içki-hap-uyuşturucu üçlüsüne başvuruyor. Babaları hala annenin ölmüş olduğunu kaldıramıyor, vay anam daha bilimum büyük acıları (!) var ailenin. Amerikalı aile üzerinden ise şöyle anlatılıyor bu mesaj : Aile gezmek için turistik gezi yapıyor, ama başıboş bir kurşun yüzünden anne kolunun kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Çocuklar, çölün ortasında aç-susuz saatlerce maruz kalıyorlar. Meksika ve Fas'taki insanların acılarını zaten anlatmaya gerek yok. Onların evlerinin, ailelerinin, köylerinin konumu ve durumu içler acısı zaten, en yakın hastahaneleri 4 saat uzaklıkta, yaptıkları düğünler içler acısı, üstelik potansiyel şüpheli olarak görülüyorlar sınır kapılarında.

Bu mesajı ben biraz yorumlayarak, şöyle sonlandırdım, "... ve zenginlik içinde yaşayan insanlar, hepsi acı çekiyorlar. Fakat refah içinde yaşayanlar acılarından şu ya da bu şekilde sıyrılabiliyorlar, diğerleri ise bu acının bedellerini ağır bir şekilde ödüyor." Fas'lı aile, bir oğlunu kaybediyor, diğer oğulları da hapislerde sürünüyor. Meksika'lı ailede ise, yeğen polis tarafından aranıyor, bakıcı ise 16 yılın ardından sınır dışı ediliyor. İki aile de uzunca yıllar yaşadıkları hayatın yok olmasını izliyor bu acılar sonrasında. Amerikalılarda ise durum şöyle; anne hastahanede yoğun bakım ardından iyileşiyor, çocukları çölde bulunuyor ve hayatlarına olduğu gibi devam ediyorlar. Japonlar ise, kız ve babanın birbirine sarılması ile mutlu mesut devam ediyorlar hayatlarına. Benim filmden çıkardığım şudur : "Her aile acı çekiyor, ama refah ve ekonomik anlamda düşük seviyedekiler bu acıların bedelini ödüyorlar."

2 - Yönetmenin verdiği ikinci mesaj ise şu, "Amerikalılar, ülke dışına çıktıkları anda mutsuz ve korumasız kalıyorlar. Amerikalı olmayan, cahil ve (sözde) vahşi insanların sorumsuzluklarının cezasını çekiyorlar." Hem çocukların, sarhoş şoför yüzünden çölde çektiği acı, hem annenin sorumsuz bir çocuk tarafından omzundan vurulması beni bu düşünceye itti. Bu mesajın altında yatanlar ise daha ilgi çekici bana kalırsa. Öncelikle, iki acının da niyetlenmeden olduğunu söylemek mümkün. Sarhoş yeğen arabayı kullandığında, "Sınırda polisten kaçsam da şu çocuklar acı çekse" diye bir düşünceye sahip değil. Fas'lı çocuk da, "Şu arabayı vursam da içindeki anne, kolunun kesilmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalsa" diye düşünmüyor. Niyetlenmeden, fakat kaçınılmaz olarak Amerikalılara acı çektiriyorlar. İnsanın aklına şu fikri sokuyor : "Niyetlenseler zaten büyük acılar çekiliyor, 12 eylül saldırısı gibi. Niyetlenmediklerinde ise yine acı çekiyoruz biz Amerikalılar, iyisi mi biz Amerikalılar, Amerikalı olmayan insanlara dair kuşkulu, şüpheci ve korumacı tavrımızı sürdürelim." Bunun da ötesinde şöyle bir alt metin veriliyor filmde : "Biz Amerikalı'ların, Amerika dışındaki egzotik ve keşfedilmemişe dair olan gezme ve keşfetme isteğimiz (Babil ve Meksika) hep kötü sonuçlanıyor. İyisi mi bundan sonra egzotik ve keşfedilmemişe dair isteğimizi durduralım, Amerika neyimize yetmiyor, mutlu mesut yaşarız."

Ayrıca filmdeki üçlü hikayedeki bağlantıyı sürekli olarak Japon kızın cinsellik arzuları ile soğuklaştırmanın manasını da çözemedim, filmin en büyük kopuş noktaları Japonya'da oldu hep.

Filmi çok beğendim, fakat mesajlarını ve alt metinlerini çok absürt buldum. Paylaşayım istedim. Şu aralar çok film izliyorum, belki film hakkında serisine devam ederim.

20 Haziran 2010 Pazar

argın

Tatilin iki tanımı var, dinlenmek (kafa dinlemek) ve stres atmak (rahatlamak). İlkini çok başarabildiğimi söyleyemiyorum. Yüzme eylemi lahmacun yemek gibi, akşamında çıkıyor acısı.

Akşam yemeği suları. Masa yemeğini bitirmiş, üçüncü köprünün iki katlı olmasına dair hararetli bir tartışma içerisinde. Yan tarafta Altınkum'un en işlek insan caddesinde görülen garip bir tablo sohbete ara veriyor. Bir adam, üzerinde yıkanmaktan grileşmiş bir t-shirt var. Önünde dört ayağı üzerinde yürüyen beyaz bir hayvan var. Garip şemayı çiziyorum, grileşmiş t-shirt'ün arkasında "... Kebap - 0256 xxx xx xx " yazıyor. Önünde yürüyen beyaz hayvan da kuzu, muhtemelen birlikte lokantaya doğru gidiyorlar. Lokantada dönen bir "Usta, benim kuzu porsiyon nerde kaldı", "Hemen geliyor abi" muhabbetini gördüm bugün (literally).

Altınkum ilginç bir kozmopolite sahip: bir yanda Türkü Bar'lar, diğer yanda "Little Britain" temalı cafe-lokantalar, apaçi müzik sponsorluğunda tekneler, az ileride Medusa, Medusa'nın önünde develere binilen patika yollar, her sene amatör müzik piyasasının kaliteli rock gruplarının program yaptığı (iki yıl önce Repertuar Köpekleri, geçen yıl Umut Kaya) Ali Bar, vs. Çabaları turizm açısından alkışa değer bence.

How I Met Your Mother'da, Jennifer Lopez'in oynadığı bölümde (CNBC-e çevirilerini başarısız buluyorum) adı geçen "Üstelik Türk kahvesi bile getirdim" lafı ile seyircilere oynamış bence. Senaristler dizinin Amerika dışında en çok izlenme oranının Türkiye'de olduğunu bildiği için biraz gurur okşamış gibi. İzlemediğim bölümlerden birisinde lokuma gönderme bekliyorum.

18 Haziran 2010 Cuma

sansür

Oda anahtarımı teslim ettiğim andan beridir taşıdığım yüklerin hesabını tutsaydım, galiba halter milli takımına seçmelere katılmadan girebilirdim (sağ omzum konuştu biraz önce).

NTV Spor'da günün özetini izlerken sıra NBA finaline geldi, heyecanla koltuğun arkasına yaslandım, dirseğimi yastığa dayadım. Kadın bir "al dedi, git dedi" metronomunda, hatta abartayım "Ceza - Holocaust" hızında sundu maçı. Sundu dediğim de özetini okudu, arkada bir 4. periyottan, bir ilk dakikadan görüntülerle çorba gibi bir özet izledik. Sonraki haber, final maçına gelen ünlüler ile ilgiliydi, Red Hot Chili Peppers'in solisti ve Flea, Christina Aguilera, Leonardo Di Caprio, Lakers Kızları ile ilgili maç özetinin 2 katı uzunluğunda bir haber yaptıktan sonra yayını bitirdiler. NTV Magazine'le karıştırdılar bence yayını, özeti bir de NTV Magazine'de izleyeyim ben en iyisi.

Akbük'teki 24. saatimi doldurmadan, ikinci araba yolda durup bana yol sordu. İlkinde sağlık ocağını sordular, ikincisi "Where is Akbük Market" dedi, ama öyle bir market dedi ki (markıt falan değil, baya r'ye vurgu yaparak market dedi, zaten esmer kavruk bi' adamdı soran) adamın yabancı olduğunu değil, beni yabancı olarak hayal edip öyle davrandığını düşünüyorum. Dedemin "Yakında her yeri İngiliz, Fransız'lara satacaklar" dediği yakın gelmiş bu arada.

Dünya kupasında İsviçre yenince biz de yenmiş sayıldık. Ayrıca sahada Türk hakemin olduğu maça bile razıyım (dördüncü hakem bile olabilir), o derece Türk arıyor gözüm maçlar sırasında. Irkçı değilim, sadece uluslararası şampiyonalara Türklerin renk kattığını düşünüyorum. 2-0'dan son 15 dakkada maç dönmeyecekse veya 119'da yenilen golün karşılığı 121'de olmayacaksa, öpmüşüm öyle turnuvayı.

Tatildeyim. İnternette daha az vakit geçireceğim şu 10 günlük süre içinde, keza hiç bir yere giremiyorum (Binali Yıldırım feat. kota sansürü). Merak ederseniz, bi' alo deyin.