4 Aralık 2014 Perşembe

Köprülü şarkı

Sözlü şarkılarda üç şekil vardır, giriş - köprü - nakarat. Köprü kısmını kabaca tarif etmek gerekirse, genellikle nakarattan önce olur, nakaratı hafiften hissettirir ve öyle çok uzun olmaz, bir dörtlük uzunluğundadır, bir bakıma geçiş niteliğindedir.

Ben köprüleri oldum olası sevmişimdir. Mor ve Ötesi'nin Gül Kendine albümündeki köprüleri ekstra seviyorum (albüm zaten çok mükemmel). Arada Tarkan, Sezen Aksu dinlerken de gerçekten çok ince düşünülmüş köprüler olduğunu fark ediyorum. Bence şarkıyı bir seviye yukarı taşıyor.

Şimdi ben bu konuyu niye açtım? Red Hot Chili Peppers'ın bir şarkısı var, Wet Sand. Şarkıda öyle bir bölüm var ki, bu üç kalıbın dışında. Post-chorus gibi bir nevi, şarkıyı bu kalıplarla pişirip, en sonunda bize sunmuşlar, sonra da solo patlatmışlar. Sözleri şu şekil (3:35 civarı giriyor):

You don't form in the wet sand
You don't form at all, oh
You don't form in the wet sand
I do, yeah

Harika.

1 Ekim 2014 Çarşamba

ne maç oluyo yalçın be

Eylül ayı öyle bir full hd kalitesinde geçti ki, anlatsam Ömer Üründül'e dönüşmemeniz mümkün değil. Viaport Suits'ten sabahın 6'sında McDonalds'a gitmeceler, hangarda müzisyen tanışma toplantısı ayağına konser-prova tadında etkinlikler, Offtown cuma 9-10 sahnesinde Moobs'un en güzel 10 şarkısı + Sweater Weather + Hatasız Kul Olmaz çalmacalar, spor salonuna alınan Offtown cumartesi gününde eski Müzikus partilerine bir zaman tüneliyle girip çıkmalar, Kadıköy'den 00:15'te dolmuşa binip Peyote'deki Sapan konserine gitmeceler, ve tabii ki 15 eylül "derslerin" başlaması (incee).

Ben hissetmiştim abi zaten 2014 yılı, 2013'ten baya bi' daha güzel olacak diye. Daha ilk günlerinden demiştim, ahanda o tweet'imi şuraya bırakıyorum. İleri görüş (20 / 20), önsezi (19 / 20), timing (20 / 20), bir fm regen'i gibiyim ressmen :3

6 Eylül 2014 Cumartesi

Obradoviç'in askeri

Hayatımla ilgili bir kararımı basit bir analoji ile anlatıyorum bu aralar. Obradoviç ve Kenan Sipahi ilgili bu hikaye bu. Kenan Sipahi daha 18 yaşında olmasının da verdiği heyecanla bir maç esnasında çok zor bir pozisyonda üçlük dener ve isabet bulur. Obradoviç hemen mola alır ve Kenan'ı tabir-i caizse haşlar. İtip kakıp bağırırken Kenan da şaşırır, çünkü üçlüğü isabetlidir sonuç olarak. Ama Obradoviç Kenan'ın yanlış pozisyonda şut attığını anlatmaya çalışmaktadır. Aynı periyot içinde bir pozisyonda güzel bir şekilde top çevrilir, Kenan bomboş pozisyonda üç sayı çizgisinin gerisinde topla buluşur. Şutu atar, fakat isabet bulamaz. Obradoviç'e kayar gözleri. Obradoviç ayağa kalkıp alkışlamaya başlar Kenan'ı. İsabetsiz de olsa, doğru pozisyonda ve doğru zamanda atılmıştır o üçlük. Belki o atış isabetli olmamıştır ama önemli olanı anlamıştır Kenan.

Ben iki yıl önce lisanstan sonra direk doktoraya başvuracaktım. Sonra Can Akkan ile konuşup vazgeçtim. Can hoca bana çok önemli sorular sormuştu ve doktoraya hazır olmadığımı fark ettirmişti bana. Aslında o yıl başvurularımda şanslı olabilirdim ve isabetli bir üçlük atabilirdim. Ama zor bir pozisyonda deneyecektim o üçlüğü. Şimdi aradan iki yıl geçti ve bu yıl doktoraya başvuracağım. Belki istediğim gibi bir üniversiteye kapak atamayacağım. Ama doğru pozisyonda ve doğru zamandayım. Girmese de beni alkışlayacak bir çift el duyabilirim. Sırası değil demişti ya Pinhani. Şu an sırası.

31 Ağustos 2014 Pazar

Yeni Türkiye

Kadıköy nadası bittikten sonra öyle bir 3 hafta geçti ki, farkında olmadan özlediğimi fark ettim böyle hissetmeyi. "Ama arkadaşlar iyidir" sözü ne kadar değerliymiş meğer. Geçen hafta Kalamış sahilde sabah 6'da biten bir geceden kalma bir oyun var mesela. Acayip soyadlı kişilerin soyadlarının ne anlama gelebileceğini tahmin etme oyunu. Veya özel istekle gelen Happy şarkısı var bu üç haftanın her yerinde. Ben çok şanslıyım diye düşünüyorum bazen.

"Geri dönmem tekin değil, orda sen yoksun" demişti ya şair. Hatta şöyle devam etmişti:

Kaybolduğum yerde şarkılar sana dair
Dans ettiğin sahne yüzümde

3 Ağustos 2014 Pazar

Ağustos sıcak

Denizli'deki evdeyim yaklaşık 10 gündür, ve ağustos gerçekten çok sıcak. Evin içinde esen bir pencere bulursak eğer, kenarına kıvrılıp uyuyoruz. Eski çağlarda insanlar dere kenarlarına giderler ve ateş yakıp kenarında uyurlarmış ya, onun postmodern versiyonuymuş gibi düşünebilirsin bu durumu. Denizli'yi çok seviyorum ben hala ama her geçen gün kendimi buraya daha da az ait hissetmeye başlıyorum. Burada biraz izole yaşamaya başlıyorum sanki. Arada insanlarla ve akrabalarımla sosyalleşip sohbetleşiyorum tabii ki. Ama ne bileyim, bir noktada "Abi lütfen birbirimizi kandırmayalım, sen burda yaşamayacaksın, benimle boşuna sohbet etme" tadında telepatik bir sözleşme yapıyormuşuz gibi oluyor.

Ben kendimi nereye ait hissettim şu hayatımda? Sanırım adım attığım andan itibaren tam olarak ait olduğum yer Erbakır'dı. Sabancı'da ilk dönemi saymıyorum ama oraya da resmen kendi ruhumu emanet etmiştim. Sabancı'yla uzun süre tek vücut olmuştum denilebilir, ayaklı ve gezen Sabancı'ydım sanki. Yani Sabancı profilini tam olarak temsil ettiğimden değil, hatta bir anti-Sabancılı olarak kaleyi içten fethetmeye çalışan kamuflaj askeri gibiydim. Analojinin dibine vurmadan bu kısmı burda bitiriyorum. Ondan başka da pek aklıma gelmiyor "ev" hissiyatım.

Buraya kendime notlar tadında Sümer Kolçak'lık yapıyorum bazen ama sonra hiç okumuyorum ben onları :( Okusam da yazdığım zamanki gibi "abi şu tespitim var ya, ufff süper yaa" kafasında olmuyorum hiç. O yüzden ara ara okuyorum, "meh"leyip geçiyorum bazı yazılarımı. Bazılarına gerçekten gülüyorum ama. Şimdi yine kendime notlara başlayayım: Kafamın rahat olması çok önemli bir şeymiş. Bombay Bicycle Club'dan geliyor: "What if one of us had the guts tonight" tadında yaşadım bu yıl neredeyse. Ama İstanbul'dan dönerken neredeyse her şeyi "sıfırlayıp" geldim (allahım neden ufak göndermelerle dolu bir zihmin var ve neden bunları yazıya dökmeye çok meyilliyim?). Şu anda ağrısız başın ne kadar önemli olduğunu anladım. Ben net adamım. Kaos ile de ilerleyebiliyorum bu yıl yaşadığım üzere, ama kimseye bir faydam dokunmuyor. Üstelik kendimi de eğlendiremiyorum. Sanırım uzun süredir kendimi eğlendiremiyordum. Biraz da vakit öldürüyor, dürtülerimi söndürüyordum zaman zaman. Ya da alışmışken zor geliyordu başka şeyler. Mesela basketbol izlemek / oynamak, spor yapmak, kitap okumak, film izlemek, tiyatroya gitmek, yazı yazmak... Ben bunlara vakit ayıramadıkça, vaktim daha verimsizleşiyormuş. Bazen "zehri dışarı atmak" lazımmış. Tabi en kötüsü, bunların hepsini bilip de kendime laf anlatamamak.

Aynı şekilde bana zarar veren şeylerin de farkındayım. Bunların "addictions without consequences" olduğuna dair kendimi yalandan ikna ediyorum bir de. Son zamanlarda duyduğum en güzel GRE kelimesi "adulterate": Saflığın bozulması. Büyüdükçe saflığımız bozuluyor. Ufak yalanlar söylemeye önce kendimizle başlıyoruz. Sonra onları başkaları üzerinde deniyoruz. Halbuki ne kadar zor olabilir ki basit yaşamak? Baya zormuş. Sıkılıyormuş insan. Zihin de tembelleşiyor haliyle, "yaa bunu daha önce düşünmüştüm, uğraştırma beni, yap işte aynısını" tadında takılıyor. Bir de toplumsal yaşam var ki, o zaten bambaşka bir konu. İstemediğimiz şeyleri bize itirazsız yaptıran şeye toplum denir (istemediğimiz halde konuşmak zorunda olduğumuz kişilere akraba denir yazmıştı Ersin Karabulut, ordan esinlendim).

Saat de geç oldu, evde herkes tv karşısında uyumuş bile. Haydin iyi geceler.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Akıntılar

Hava mı sıcak, yoksa gözlerin mi susatmış bedenimi?
Sen ne zaman gelmiştin en son buraya?
Neden gitmiştin ki sonra?
Hep böyle miydik biz önceden de,
İnan hatırlamıyorum
Öncesi kadar güzelsin desem küser misin mesela?
O kadar başımı döndürdün ki dün gece
Artık tahmin edemez oldum seni
Bulutların arasında aya bakmıştık ya hani
Ertesi gün yakamozu izledim sahilde
Ay çok parlıyormuş geceleri
Ama önemli olan o değil
Önemli olan sigara var mı?
Ben içmek istemiyorum da,
Senin dudaklarından otlanırım belki biraz
Tiryakiliğini paylaşmak bile tatlı
Kedi gibi baksan yine bana,
Karanlıkta seçmeye çalışsam gözlerini
Sonra elim gitse
Zaman akıntılar bıraksa zihnimde
İnsan hiç sevmeden durabilir mi?

9 Temmuz 2014 Çarşamba

24

Geçen hafta 24. yaş günüm için bir doğum günü partisi verdim. Olayın perde arkasını ve tüm gelişmelerini birazdan bu siteden okuyabilirsiniz.

Çok az hatırlasam da ilk doğum günü partimi Isparta'dayken yapmıştım. 6-7 yaşında olmam lazım ama dediğim gibi hatırlamıyorum tam olarak. Parti Isparta'da anneannemin kardeşinin evinin bodrum katındaydı ve mahalledeki bütün çocukları çağırmıştık. Az da olsa güzel olduğunu hatırlıyorum. Fanta vardı mesela, lüks bi'şeydi sanırım o yıllarda. Çerez-cips-patlamış mısırın yanında fanta çok güzel gitmişti. Bir de klasik teypten (hani repçilerin omuzlarına alıp müzik dinlediği) müzik çalıp koltukların üzerinde zıpladığımızı hatırlıyorum. Bir de pasta vardı, mum üflemiştim falan. O doğum gününden bu yana sanırım bu kadar kapsamlı (kapsamlı dediğime bakmayın, fanta-cips yerine kokteyl-cips oldu bu sefer) ilk kez doğum günü partisi yaptım. Düşün yani 24 yılda iki doğum günü partisi (bir de 2 yıl önce Singapur'da A*Star stajyerleriyle bir barda içmiştik ve benim doğum günümü bahane etmiştik, şurda ufak bir videosu var). Hazır bu seferkini ilkinden daha çok hatırlıyorken biraz not düşeyim dedim buraya.

Tam olarak kimin hangi sırayla geldiğini bile hatırlıyorum şu an. Önce Ece-Kaan Korkut-Sophie geldi, onlarla balkonda aperatif olarak bi'şeyler içtik. Sonra Sabancı'dan asistan arkadaşlarım geldi 8-9 kişi. Ondan sonrası korkunç bir hızda geçti. Eğlendik, kaynaştık ve toplam 29 kişi çok tadında bir akşam geçirdik. Bu arada dipnot, partiye daha önce hiç tanımadığım 4 kişi geldi (şikayet ettiğimden değil de şaşırtıcı olduğu için veriyorum bu dipnotu) ve ikisi Avustralya'dan. Bizim Şayan'ın Erasmus arkadaşlarıymış ve İstanbul'u gezerlerken Murat onları doğum günü partime getirmiş. "Yarım saat durur, sonra sıkılır döneriz"miş plan Murat'ın anlattığına göre ama en son onlar gitti nasıl olduysa. 2 yıl önce Singapur'da 3 kıtadan uluslararası bir doğum günüm olmuştu (Kore-Çek Cumhuriyeti-Amerika-Fransa-Kanada-Hırvatistan), bu yıl da yine 3 kıtadan (Almanya-Pakistan-İran-Avustralya) insanlarla doğum günü yaptık.

24. yaş günümün bu kadar özel olabileceğini düşünmezdim açıkçası. İlk çeyrek asırımı kutlayacağım seneye. Sonraki çeyrek asırın daha iyi koşullarda olması hedefiyle geçen bir yılın ardından belki daha mutlu bir kutlama olacak o. Belki de o kadar mutlu olmayacak ve ben burayı tekrar okuyup "Vay be, bir yıl önce neler düşünmüşüm" diyeceğim. (OKUMADI)

Herkese mutlu yıllar :3

29 Haziran 2014 Pazar

Vira

Yaklaşık 5 yıl yurtta kaldıktan sonra bu yıl Kadıköy'de eve çıkmıştım. Doğrudur, bu yıl için verdiğim en güzel karardı kendi adıma. Yurtta çok güzel arkadaşlıklarım ve anılarım oldu ama son yıl haftasonları özellikle yurt resmen açık hava hapishanesi gibiydi. Bir de "grad" olmuştum artık, ve farklı bir şeyler istiyordum hayatımda. Ebru'nun da İstanbul'daki son yılında birlikte yaşama fikri cazip gelmişti. Her şey çok güzel bir senkronizasyon ile denk geldi ve Kadıköy'de güzel bir eve taşındık. Şimdi ise Ebru Edinburg'a taşındığı için artık kendi başıma yaşama isteğim gün yüzüne çıktı. Eindhoven'daki 1+1 stüdyo dairemde o kadar mutluydum ve özgürdüm ki, artık ancak ve ancak çok yakın olduğum birisiyle ev paylaşmak veya küçük ama benim olan bir dairede yaşamak istediğimi fark ettim. Ağustos ayında Orhanlı'daki konutlardan birisine taşınacağım için seviniyorum bu yüzden. Bir yandan Kadıköy'de iyisiyle kötüsüyle yaşadığım bir yılın buruk bir tadı da var ağzımda. Yine de Kadıköy'e baya doydum bu bir yıl içerisinde. Şimdi yeni bir macera, ev taşımaca ve tek başına özgürlük beni bekliyor.

İtiraf: Kadıköy'deki ev resmen "comfort-zone"du benim için. Hiç ama hiç çalışasım gelmiyordu o evde. Abartmıyorum master derslerimin finalinin gecesi anca oturabiliyordum dersin başına. Aslında bunu kendim istemiştim. O kadar yoğun bir 5 yıl geçirmişim ki Sabancı'da, 50 konser, dersler, kulüp başkanlıkları, 3 yaz-3 kıta-3'er ay yolculuklar, ilişkiler, vs. derken resmen yorulmuştum. Master'ın ilk yılı her anlamda bir nadas yılı oldu benim için. Rahatladım, dinlendim ve şimdi hayatımdaki en önemli virajlardan birine giriyorum: Tez yılı ve doktora başvuruları. Ben bu yoğun ama bir o kadar da keyifli geçireceğim İstanbul'daki son yılıma yarın adım atacağım. Yarın 24. yaş günüm ve 25. yaş günümün nasıl hızlı geleceğini şu andan tahmin edebiliyorum.

Vira bismillah.

25 Mayıs 2014 Pazar

Mesela

Ben isterdim ki mesela, bazı insanlarla biraz daha geç tanışsaydım. Böylece kendimi daha doyurmuş bir şekilde ona tanıtabilirdim, o da kendi eksikliklerinin ve isteklerinin daha fazla farkında olurdu belki. O durumda daha keyifli vakit geçirebilirdik.

Ben isterdim ki mesela, "toplumun gerçekleri", veya "başka alternatifimiz yoktu halam" lafları beni durdurmasın da ben kendi idealime giderken yan yollara sapıp yolumu uzatmayayım.

Ben isterdim ki mesela, insanlar sebeplerimi daha can kulağıyla dinlesinler. Kimse seni sonuçlarıyla yargılamasın veya cümlelerim uzamaya başlayınca başka taraflara bakmasınlar. Bazı anlamlar kısa cümlelerle ifade edilemiyor.

Ben isterdim ki mesela, herkese güvenebileyim. Etrafımdakilere güvendiğim zaman ben daha keyifli bir insan oluyorum da haberiniz yok. Çünkü "Şimdi bunu desem ne düşünürler?" diye düşünmediğim kelimelerim daha değerli benim için.

Ben isterdim ki mesela, daha çok içebileyim. İçince çok güzel oluyorum bence, ama bir şeyler paylaşamadığım kişilerle içebilen bir insan değilim malesef.

Ben isterdim ki, artık meselaya gerek kalmadan düşüncelerimi anlatabileyim. Olmamış şeylere hayıflanacağıma, olduklarımla kendimi tanımlayabileyim. Ne bileyim, belki hayallerimi çok da önemsemiyorumdur da, yaşadıklarımdan daha çok etkilenmiş ve kendimi daha iyi anlayabilmişimdir.

Ben istiyorum ki, daha rahat olsun herkes. Kimse kimseye kendini kanıtlamasın. "Ama onun zamanında şu olayı baya kötüydü" veya "Abi sizin grubun da şu eksikleri beni çok rahatsız ediyor" cümlelerini birbirimizle paylaşmayalım.

Ben isterim ki, çok nefret ettiğimiz insan sayısı gitgide azalsın. Ben unuturum muhtemelen de karşılaştığım kimsecikler ağzını toplayamıyor bir türlü. Mesela, beni hiç tanımadan benden nefret eden adamlar olmasın.

Ben ne istiyorum biliyor musunuz? Azcık empati. Çok güzel bir şey bu. Vallahi bak. Karşımdaki insanda biraz anlayış aramaya başladıkça daha yalnız kaldım ben. Ne kadar da hazırız kalıpları yapıştırmaya birbirimize. Biraz olsun o kişinin nasıl bir aileden geldiği, ne istediği, ne şekilde mutlu olacağı ile ilgili değerleme yapmadan hemen yargılamaya başlıyoruz. Bu özelliğimizi birbirimizden keyif almak için kullansak keşke.

Çok şey istedim sanırım. Neyse, en azından buraya bırakmış oldum bunları. Ha, bu arada en çok Warşova'daki Open'er Festivale gitmeyi istiyorum sanırım. Baya zor şu an için, vize, para falan gerekiyor.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Şiir

Ben şiir yazardım eskiden. Lisede baya yazmıştım, sonra üniversitedeki ilk yılımda da aynı hızda devam etmiştim. Sonra yazamadım. 3 sene sonra bir kız arkadaşım oldu, o zaman kısacık bir tane daha yazmıştım. Şimdilerde yazamıyorum ama eski yazdıklarımı okumaya başladım tekrar. Biraz ilginç bir şekilde bazı satırlarda dolaylı olarak nelerden bahsettiğimi anlayamadım. Sanki başkası yazmış gibi o şiirleri. Mesela aşağıya kasım 2008'de yazdığım bir şiiri bırakayım. Başlık yurt olduğuna ve Sabancı'daki ilk dönemim olduğuna göre İstanbul'a taşınma sürecim ve yeni kurmaya başladığım hayat üzerine yazılmış olması lazım şiirin, gelin görün ki tam olarak neden bahsettiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok.

YURT

Uçurumların şairane benliğinden bugünlere
Geçirilen devrimin özetini sayacağım
Nefretlere sebep kösteklerin etrafındaydı belim
Elim bir gecenin vahşi tutunuşlarındaydı hayat
Kaldırdım kafamı
Bir o kadar daha vardı geride.
Masa örtülerinden koltuklardan
Tahta sandalye ama geniş yataklara
Sükunetten sıkılganlıktan
Kurtlar sofrasına ama heyecana günlerim oldu.

Kim niye dinlesindi ki özetleri?
Şimdi boşverelim bunları
Hazır aklıma gelmişken, titremiş parmakları ve
Tutulmuş gözyaşlarını
Bir tiyatro sahnesinin ışığı kadar canlı tutmak
Babayiğitlerin bile harcı değil
Sevgiler, sevgililer
Tütün kalmış tabaklar, içinden kan fışkıran sebepler
Bahçelerin uçlarından kırmızı mor çiçekler
Issızlığın ötesine geçebilmek için kalemler
Gerek yurduma
O zaman belki kalın uçlu sözcükler boşanır.

Bugün biten bir kitap mıydı zihnimde?
Nelere hakkım olduğunu öğrenmek için
Bedel ödenecek belki
Dolambaçlı kablolar kime yol göstermiş?

16 Mart 2014 Pazar

Bağımlılık yapmayan alışkanlıklar

Çok uzun zamandır aynı kampüsü soluyorum. 6 yıl oluyor bu yılın sonunda, dile kolay. Bizim kampüste solunum yapmak zaten kolay bir şey değil, üç tarafı sanayi siteleriyle çevrili olduğu için. Çoğu zaman deri kokusuyla uyanırdım yurtta kaldığım zamanlarda. Okulun fakülte binalarının yapımında Tosun Terzioğlu'nun tabiriyle "nefes alan taş"lar kullanılmış. Söz konusu taşlar simsiyah oldu 15 yılda, o derece bir teneffüs kirliliği var kampüste. Eskiden öğrenciler protesto ederlermiş bu kirliliği, sonra ölçümler yapmışlar (her yıl yapılıyormuş söylenilenlere göre) ve "insan sağlığını tehdit etmeyecek düzeyde" bulmuşlar kampüsteki havayı. Neyse, ben her ne kadar çok sevsem de okulu, biraz alışkanlıklar döngüsünde boğulmaya başlamıştım geçen yıl. Bu yıl kampüste kalmamak sanırım aldığım en doğru karar oldu (Kararın hem alınan, hem de verilen bir şey olması ne kadar garip değil mi? Üstelik ikisi de aynı anlamlı). Ama bağımlılık yapmayan alışkanlıklarım hep kampüs içerisindeymiş, biraz zor adapte oldum diyebilirim Bahariye'de yaşamaya. Yine de Kadıköy'de geçen bir cuma gecesinden sonra eve saat kısıtlaması olmadan ve yürüyerek dönebilmek çok keyifli.

House of Cards izlerken bir lafı hiç unutmuyorum: "Addiction without consequences" - Sonucu olmayan alışkanlıklar (kötü bir sonuç ima ediliyor). Ben pek düzenli birisi sayılmam ama sanırım hep aynı kampüste yaşamaktan kaynaklı bir alışkanlıklar bütünü edinmişim son yıllarda. Gerçi aktörler hep değişiyor ama misal her zaman prova alacağım bir grubum oluyor. Her zaman konserler oluyor. Her haftasonu Kadıköy / Taksim içmeceler oluyor. Şikayet ettiğimden değil, zevk almasam bu döngülere girmezdim zaten. Ama bir sonraki nokta olan alışkanlıklara dönüşüyor çoğu eylemim. Bağımlılıkları olmayan birisiyim ama bazen kendimi alışkanlıklar girdabının en dibinde buluyorum. Aktörlerle eğleniyorum o vakitler. Zira çoktan keyif için değil de, zaten hali hazırda yapıyor olduğum için yapmaya başlamışım bir çok şeyi. Kötü sonuçları olmayan şeyler belki hepsi, ama bu döngülerin içinde olmayı hiç sevmiyorum. Kendime yabancılaşıyorum bazen. En son aldığım kararın üzerinden çok zaman geçmiş gibi hissediyorum. Gerçi İstanbul'da dolu dolu yaşadığım şu 5.5 yıldan sonra zaman o kadar göreceli olmaya başladı ki... Bir ara yazmıştım, yaptığım şeylerin tarihlerini hatırlayamıyorum çoğu zaman ama konserlerimi hatırlıyorum dünmüş gibi. Yine konserden konsere saymaya başladım haftaları. Konser demişken, güzel bir müzikle bitirelim bu geceyi de. İyi geceler.

15 Mart 2014 Cumartesi

Kadınları anlamak üzerine


Daha önce yakın bir arkadaşımdan sevgilisiyle ilgili şöyle bir cümle duymuştum: "Ya ben gelecekteki hayatımda bu adamı yanımda hayal edemiyorum, yanımda olmasını istemiyorum". Noktaları tamamlamakta zorluk çekilmesin diye, bahsettiği kişi 8 aydır çıktığı, aslında baya baya hoşlandığı, anlatırken gözlerinin içinin güldüğü bir kişi. "E madem çok seviyor, neden hakkında böyle şeyler söyleyebiliyor" diye sık sık düşündüm. Paradoks sanki, sevmiyorsan neden çıkıyorsun, seviyorsan neden geleceğinde yanında istemiyorsun onu. Yani gelecek hayal etmek zaten zor, ama yanında olmasını istememek küfür gibi bence. Klasik bir rakı masasında bu cümleyi anlattığımda "Kadınları anlamak zor işte", "Onlar hep böyle azizim, anlayabilene aşk olsun" diyecek bir milyon erkek bulabilirim. Belki de kafa yormamak lazım o kadar, belki de bir erkek olarak kadınları anlamak gerçekten imkansız. Ama olmuyor işte. Dedim ya, merak edince bir kere durulmuyorum.

Bugün aynı cümleyi tekrar duydum, "Onun geleceğimde olmasını istemiyorum". Aynı kelimeler, birbiriyle muhabbeti çok az olan iki insanın ağzından çıkıyor. Tesadüf olamaz yani. Belki ilk seferinde çok hazırlıksız yakalanmıştım bu cümleye ama bu sefer baya soru sordum, ağzını yokladım ve sonunda cevabı duydum:

- Kadınlar o anki duygularıyla yaşarlar, ama bilirler ki ileride o duyguları değişecek.

Youtube komedyenlerinden bir eleman bir röportajında sıradan şeyler söyleyip "Did that blow your mind?" diye soruyordu. Hakikaten aydınlandım bu cümleyi duyunca. Çok lakırdıya gerek yok bu cümlenin üzerine. Sadece bunun farkında olan bir kadına rastladığım ve bu cevabı duyduğum için mutlu oldum resmen. Gerçekten bu kadar basit olan bir cevabı, bir erkek olarak düşünememem de sanırım Adem'den bu yana yaşanılanları özetliyor

Doğrucu Davut ve Meraklı Melahat


M: Abi şimdi senin çok sevdiğin bir arkadaşın sana birden "Ya ben aslında homoseksüelim ve senden hoşlanıyorum" dese ne derdin?
T: Sen misin o kişi?

K: Peki sen provadan sonra neyle dönücen eve?
M: Trenle.
K: Oha tren mi kalkıyor, nerden?

Uzun süreli tanışıklığım olan her insanla yukarıdakine benzer diyalogları yaşayan bir insanım ben (everyday i'm trollin'). En temelinde "Olma ihtimalini bile düşünmediğimiz şeyler başımıza geldiğinde ne tepki veririz?" merakı yatıyor. Bu merak da çoğu zaman komik diyaloglara sahne oluyor. Çok meraklı bir insan olduğum söylenemez sanırım, hatta beni birebir ilgilendirmeyen çoğu şeye karşı nötrümdür. Çok umursayan bir insan da olmadığım için "Abi nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun ya" diyeni çok duydum. Ama şu tarzda düşüncelere ressmen bayılıyorum: "Sıradan bir günde anormal bir olay olursa bu hayatımızı nasıl değiştirir?" (Sanırım festival filmlerini de bu yüzden çok seviyorum). Hal böyle olunca çoğu zaman kendimi Moobs'tan grup arkadaşlarıma yukarıdaki psikolojik deneyleri yaparken buluyorum.

Hayattan en çok keyif aldığım zamanlar merak ettiğim veya merakımı giderdiğim anlar. Merakımı giderdikçe daha fazla soru sormaya başlıyorum. Çocukken de böyleydim "Baba, NL hangi ülkenin plakası? Baba, 42 hangi şehrin plakası?" diye geçen tatil yolculuklarımı çok net hatırlıyorum mesela. Yeni şeyler öğrendikçe de daha fazlasını merak ediyorum. Meslek icabı olsa gerek (bu kalıbı da kullandım artık, check-list'imi güncelleyeyim). Geçen yıl Bain & Company ile yaptığım final görüşmesinde, Bain İstanbul'un partneri Karaca Bey'le şunu demişti bana: "Ben bu CV'ye bakınca bir danışman değil, bir akademisyen görüyorum". Merakım o gün gözle görülebiliyormuş demek ki.

Bence iyi akademisyenler, meraklı kişilerdir. Ben de genç bir akademisyen adayıyım. Ama bazen insanların farklı yakıştırmalarıyla karşılaşıyorum: "Sende aslında avukat tipi var", "Ya sen tipik bir akademisyen gibi değilsin ya, daha sosyal bir meslek yakışır sana" vs. Söylenilmek istenileni anladığımı düşünüyorum temelde, ama ben merakımı giderebileceğim bir mesleğe sahip olmak istiyorum.

Başlıktaki iki deyim ile ilgili konuşacak olursam, ikisi de oldukça karikatürize deyimler gerçi ama bence bilinçli sınırlar içerisindeki merakın hiç bir zararı yok. Hatta baya güzel bir şey. Aynı şekilde doğruları söyleyen insan da güzel insandır bence. Ama biliyorum ki bu deyimlerin anlatmak istediği durumlar daha uç örnekler. Yine de keşke daha çok insan doğrucu ve meraklı olsa.

9 Mart 2014 Pazar

Bazen fil, bazen balık

"Kendimi kontrol edemiyorum" diye bir köşe var Uykusuz'da, en sevdiğim köşelerden biridir kendileri. Ben zaten mizahın yazılı olanına daha bir ilgi duyuyorum sanki. Birkaç gündür de bu köşenin başlığına odaklanmış durumdayım (gülücüğe odaklanmaktan daha iyi). Şöyle ki, ben de kendimi kontrol edemiyorum. Tam olarak yaşadıklarımı anlatacak kelimeler bunlar değil belki, belki de kendimi mantık çerçevesinde çok kontrol ettiğim için duygularıma yenik düşmemenin eksikliğini hissediyorum (bu da ne demekse, duygularıyla kim maç yapıyor ki yenik düşsün). Ben bugün biraz efekanlarla uğraştım. Belki hava kötü diyedir, bilmiyorum. Pokemon'da Alakazam vardı hatırlar mısınız? "Toparlan" deyince sahibi toparlanırdı hemen. Ben bir Alakazam olmayı çok isterdim mesela. Keşke öyle kolay olsa toparlanmak. Zaten en zoru, neyimi toplayacağımı bilemiyorum. Kağıt üzerinde her şey derli toplu zira. Beklentilerimi karşılayamadığım küçük anlar oluyor mesela benim, ben o anları gözümde büyütüyorum baya. Haliyle problemi bulamadığım bir gri bulutlar dönemi başlıyor. Birine anlatsam bu durumu "Derdini s.kiyim" der muhtemelen. Nilay hoca demişti ki "Keşke herkes 5 dakika kadar avazı çıktığı kadar bağırsa da rahatlasa". Aynen öyle işte. Geçen haftaki Bubituzak konserinde de grup konser bitimi sahneden indi, sonra bis için geri döndü. Ali Güçlü Şimşek (solist) "Aslında döneceğimizi biliyoduk biz yaa, neden böyle .mcık gibi davranışlar yapıyoruz ki" dedi, sonra "Ya kusura bakmayın küfür ettim ama aslında ihtiyacımız olan belki de okkalı bir küfürdür, hadi üç deyince herkes küfür etsin, bir-ki-üç". Rahatladık biraz. Kasılmaktan, kendimizi maskelemekten içimiz çıkmış meğer. Toplum denilen olgunun verdiği şekille var oluyoruz ya bu hayatta, çok üzücü bence. Mesela çok istiyoruz bir şeyi, sonra "Ya sen ona uygun değilsin" diyorlar. Haklılar belki ama, "Azimli sıçan duvarı delermiş" diye de bir laf var (işbu atasözünde bahsi geçen sıçan fare oluyormuş ben de geç öğrendim baya). Çok istemek lazım bazen, böyle kimsenin lafına bakmadan o isteğimizi gerçekleştirmek... Çünkü zaten herkes kendilerine yakıştırılan şeyi yapmış olsaydı, "tercih" diye bir şey olmazdı. Yanlış tercih var mı mesela? Bence yok, o sadece ÖSS zamanlarından kalan bir laf. Tercih edebilecek özgürlüğe sahip olan kişi zaten başarmıştır bence yarısını. "Başka alternatifimiz yok" lafını çok duydum ben mesela. O daha kötü yani. Ama çoğu zaman tercih bile edememe durumu "Hazır seçebiliyorken en iyisini seçeyim" noktasında hatalara sürüklüyor. "En iyisi" dediğin şeye yine toplum karar veriyor çünkü. Tercihlerimiz harcamayınca biten para-puan değil sonuçta. Daha bireysel olmalı, tahmin edilemeyen olmalı ve yanlışsız olmalı.

Yazı yazmanın en çok neyini seviyorum biliyor musunuz? Düşüncelerimi görebilmeyi... Çok hızlı geçiyor normalde düşüncelerim, yakalayamıyorum. Yazı daha dingin ve yavaş, ağır ağır nefes alan bir beyin gibi sanki. Şimdi blogu toparlayacağım ve "Gerçekten böyle mi düşünüyormuşum" şaşkınlığını yaşayacağım (gerçekten yaşadım). "Think out loud" - "Sesli düşünmek" bazen en ihtiyacım olan şey olabiliyor. Ben öyle kendi kendime konuşan biri olmadığım için, ancak yazarak bu ihtiyacımı giderebiliyorum.

Başlıkla ilgili de son bir şey söyleyeyim. Benim hafızamla ilgili başlık. Algılarım çok farklı şeyler seçiyor nedense. İlgi duymadığım hiç bir şeyi hatırlamıyorum mesela, ama öyle ufak detaylar var ki hatırladığım "hayat ne garip, vapurlar falan" modunda.

Yatmadan önce 100 kelime darbesi yaptığım zihnimi izin verirseniz 4 saatliğine izdivaya çekeceğim. Siyular.

7 Mart 2014 Cuma

Fakap konserinden önce

Neden hep konser sonrası yazıyorum ki, konser öncesi de yazılabilir bence blog. İlla ki yaşanmışlıklardan, konserde olanlardan bahsetmek gerekmiyor, hayallerden de bahsedebilirim. Konserden önceki heyecan, konsere giden dolmuştaki muhabbet, kapıda "Daha başlamazlar yeaa, hadi aşağıdaki tekelden bira alalım" deyip dışarıda ayaküstü sohbet etmek bazen konserden daha güzel olabiliyor. Veya tam tersi, konserle ilgili o kadar yüksek beklentilerim oluyor ki konser "sıradan" (müzisyen arkadaşların emeğine saygımdan dolayı bu kelimeyi seçtim, yoksa daha uygun birkaç kelime var aklımda) geçince, konser sonrası bir şey yazasım da gelmiyor. Bugün aslında konserin sıradan geçmeyeceğinin çok farkındayım. Bir arkadaşım çok beğendiği bir filmi en az 4-5 kere izlediğini söylemişti. Ben hiç bir filmi 4-5 kere izlediğimi hatırlamıyorum. Ama bir kitabı 3-4 kez okuyabilirim eğer çok sevmişsem. Aynı şekilde, birkaç grup için de hatırı sayılır sayıda konser bileti almışlığım var. Fakap onlardan bir tanesi. Geçen kasım ayında "On Your Horizon" konserine gitmek üzere Peyote'ye yola çıkmıştık. On Your Horizon grubu hani şu The XX konserinde The XX'den daha iyi çalan alt grup. Şöyle bir performansları var mesela, fikir alma açısından faideli olabilir. Eskişehir'de yaşayan bu grup, İstanbul'a gelmişken kaçırmayalım dedik. On Your Horizon yaklaşık 50 dakika çaldı, sonra sahneden "Bizden sonra Fakap çalacak, çok iyi grup, onları da dinleyin" deyip ayrıldılar. Bizim hiç beklentimiz yok haliyle, "güzel isimmiş" deyip birer bira aldık ve beklemeye koyulduk. 4 kişi sahneye çıktı sonra, her şarkı bitişinde "Sahnede Fakap" dediler. Biz ise onlar sahnedeyken hipnotize olup müziklerini dinledik sadece. O günden sonra her konserlerine gidiyorum. Yan etkisi olmayan bir alışkanlık haline geldi benim için bu durum. Neredeyse her ay Peyote'de sahne alıyorlar. Önerilir.

5 Mart 2014 Çarşamba

Aşık oldum bu karanlığa

- Çok özel bir zaman diliminden geliyorum, size o günleri geri getireceğim.
- Teşekkürler, ama istemiyorum. Yan cebim de yok zaten.

 Bugün bir konsere gittim, Bubituzak. Bağımsız müzisyenlerin aslında en ünlüsü bu elemanlar. Çünkü Çilekeş'ten tanıyoruz hepsini. Yani elemanları isim olarak tanıyan belki ben ve sen varız sadece ama Çilekeş'in solisti ve gitaristi deyince "auvvv" oluyor işte. Bu tepkinin hakim olmadığı topraklara gitmek istiyorum, konu dışı ama dursun burada. Neyse, öyle bir kitle var ki Babylon'da, sanki az ünlü müzisyenler, aslında hep olmak istedikleri abilerini dinlemeye gelmiş gibi. Az ünlü de çok üzücü bir tanım. Az ünlü şu demek, "Ya ben tanıyorum ama sana söylesem kesin tanımazsın". Yani aslında ünsüz de, ben nasıl olduysa denk geldim bu adama bir yerlerde hesabı. Size şimdi konserdeki az ünlüleri sayacağım ve "Bunlar bildiğin ünsüz be abi" diyeceksiniz: Meriva'nın basçısı (veya gitaristi, o kadar az ünlü ki ben bile karıştırıyorum), Bazuka'nın solisti ve Ayberk, Mert, Rıza üçlüsü. Bu arada bence herkes hayatında 15 dakika az ünlü olacaktır. Ben bile olmuştum geçen yıl, Singapur'a gideceğimin duyurusu çıktıktan sonra. Mezunlarla kariyer sohbetleri arasında pizza yerken (sadece pizzası için gitmediğim bir gündü o gün, vallahi) sopho MS'çi bir kız dönüp "Ya sen şu değil misin?" demişti, sonra muhabbet uzadı bir şekilde. O gün az ünlüydüm mesela ben. 15 dakikalık.

Neyse, konserdeki az ünlü kitlenin baktığı sahnede aslında ünlü ama bunu üzerilerine o kadar az yakıştıran, zaten bir süre sonra da çıkartan ex-Çilekeş üyeleri vardı. Sahneye rakı bardaklarıyla geldiler. Ya ben en önde olduğum için, ya da kuliste o kadar içmişlerdi ki buram buram rakı koktu ilk sahneye çıktıkları an. Konseri şimdi ne kadar övsem boş, gelmeniz lazımdı. 15 liraya 2014 İstanbul'unda Babylon'a girip, bu kalitede müzik dinlemek fiyat performans paritelerini yıktı resmen. Ali (solist, ex-Çilekeş gitarist) arada bir şarkı aralarında "Çok iyi yaa" diyordu, aynen öyleydi konser de. Sahneye çok yakışıyorlar zaten. O kadar orjinal ki yaptıkları müzik, tanımlamaya bile niyetlenmemek lazım. Hani saykodelik deneysel rock diyeceğim ama o "sikimsonik yarak metal grubu"na benzeyecekler diye ödüm kopuyor. Bir ara Moğollar 7-8 9-8 bile çaldılar. Uzay kafası yaşıyorlar resmen. Albümden favorilerim Talebe (şarkı sözü başlıkta) ve Tayyare ama hepsi güzeldi gerçi canlı dinlerken. Ha, bir de "Dar"ı çok seviyorum ama onu çalmadılar bu konserde. Albüm lansman konserinde albümden bir şarkı çalmıyorlarsa, muhtemelen o şarkıyı sadece ben seviyorum demek oluyor bu.

Dün Mor ve Ötesi, bugün Bubituzak, cuma günü de Fakap. Memlekette güzel şeyler de oluyor aslında. Ya da güzel olmayan şeyler o kadar çirkin ki, bizim perspektiflerimiz değişiyor.

En baştaki diyalog üzerine konuşmaya girişmek için henüz erken. 3 yıl sonra hoşgeldim yazısı için biraz ağır da zaten. Kimse okuyacağından değil ama "Ben buraya eğlenmeye geldim abi" tarzında bir giriş yapmak istedim. Hoşgeldim.