13 Aralık 2009 Pazar

Politik

Orhan Pamuk'un Kar kitabını okuyorum bu ara. Demiş ki yazar bu kitap için, "ilk ve son politik romanım". Galiba bu da benim ilk ve son politik yazım olacak bu blog'taki.

Geçtiğimiz hafta DTP kapatıldı, 11e karşı sıfır oyla kapatıldı. Ben kişisel görüşümden ziyade, bu konu hakkında nasıl konuşulduğunu yazacağım;

Dengin Mir M. Fırat : "Gerekçelerini tartışmaya gerek yok, açıklanmıştır zira. Benim görüşüm ise şu ki, parti kapatmaktan daha faydalı bir yöntemi olmalıydı çözümün. Çünkü P harfi kalacak, gerisi değişecek."

Ufuk Uras : Ahmet Türk'ü arayarak "Siz kararınızı verin, ben desteklerim o kararı." (yeni kurulacak partinin 20. milletvekili olup, mecliste bir grup oluşturmakla ilgili karardan bahsediyor)

Ahmet Altan : Kara Cuma...

Ahmet Türk : İstifa yok, boykot var (bazı parti üyelerine yasak gelirse diğer parti üyelerinin istifa etmesi üzerine bir karar açıklamışlardı haftanın başında, ama kapatılma ve yasaklardan sonra istifada değil, fiili olarak meclise gitmeme boykotunda karar kılmaları üzerine konuşuyor).

Okuldan bir arkadaşım : Abi, belki daha iyi olmuştur böyle. Belki yeni parti, barış açılımını desteklemeye karar verir, bunların hatasına düşmez.

Yine okuldan bir arkadaşım : Bana kalsa AKP de kapatılmalıydı.

EkşiSözlük : Başlık , "CHP hariç her partinin kapatılması"
Enrty , "Gelecekte olması muhtemel olaylardan birisi"

9 Aralık 2009 Çarşamba

Bi' Şarkı Var - II

Dün saat 13.30'dan 23.59'a kadar (hangardan çıkarken saate baktım, ahah deadline zamanı diye dalga geçtim, ordan hatırlıyorum) müzik yaptım veya dinledim. Kral TV'nin tek kamera ile üç farklı açıdan çekip, bize her şarkıyı üçer kere (provaları da sayarsak şarkı başı ortalama 6) performe ettirmesi (böyle bi kelime yok, evet) üzerine bir de 4 saat prova yaptık hangarda. Yattığımda 3-4 gün şarkı dinlememeye karar vermiştim. Baya radikal bir karardı bence.

Bunun üzerine geldi işte bu şarkı. Küçük amfiden odaya dönerken kafamda döndü baya, media player'da da döndü (bence bu cümlede çok döndü bu kelime, yeter) üç kez bu yazıya başlamadan önce (bu üç takıntısı Bilge Karasu'dan bulaştı), şimdi beşinciyi dönüyor galiba. Evet, basit bir linear algebra ile bir buçuk paragraf yazma hızımı hesaplayabiliriz böylece (şarkıyı yaklaşık 5 dakika alınız).

Coldplay'in, belki de en iddialı şarkısı bu. Girişindeki basit solonun hastası oluyoruz ilk. Şarkıdaki English Muff'n resmen "naber?" diyo, çok net-basit-etkili bir ton seçilmiş. Vokalin kafa sesi bazen rahatsız ediyor, ama şarkıyı bu kadar süre döndüren onun renkli sesi aslında. Solo öncesi (don't you shiver'a girmedenki) decrescendo'lar da etkileyici olmuş. Ama keşke, İngiliz müziğindeki baslara benzese imiş, şarkıdaki bas partisyonları. "Pink Floyd'u hiç mi dinlemedin olum" diyesim geldi basçıya, ritmin üzerine hi-hat tarzında bas yürümemeliymiş. Kesin yapmamış geçişleri, "cross'u duymamış", ya da "genç bir arkadaşmış, bu camiada yeni" gibi iyi niyetli teorilerim var bu konuda.

Yorgunluğumu unutturan çok az sebep var hayatımda. Birisi müzik. Basit bir oran orantı yaparsak (evet abi, cumartesi math201 sınavım var), müziğe baya aşığım.

Coldplay - Shiver

7 Aralık 2009 Pazartesi

Küçük Defter

Küçük Bir Akıl Defteri

Küçük (evet, bu sıfatın ilk 7 kelimemin üçünü oluşturduğunu ben de farkettim) bir defterim var. Niye aldım, çünkü hayatımı unutan bir insanım. Çok çabuk yeni tecrübelere adapte oluyorum. Eskilerini çöpe atmıyorum tabi, ama unutuyorum bildiğin. Yaşadığım her şeyi, unutmadan yazıp ileride belki bakarım o deftere diye düşündüm. Küçük de bir kalem aldım.

Şu anda, zaten bir gözüm kapalı olduğundan, okuyabildiğim kadarıyla bir göz attım deftere, dikkatimi çeken iki not hakkında bir şeyler karalayasım geldi (yok bunu hatırlamak için yazmıyorum, sıcak şeyler yazacağım, maksat üşümeyelim gece gece).

- 4 Aralık cuma - saat 10.40 - Yanağımdaki tuzlu sular, güzel kokarmış:

Çok geç bir saat. "İçime döndüm yine" diye sayıklayan bir şarkı var listemde. Galiba, kanıksadım şarkıyı. Şöyle bir hayatım var, kart faturam yurt odama geliyor benim. Baya uzaktayım, daha önceleri yaşadığım yerden. Sürrealist mi yazmaya başladım ben yine, Bilge Karasu - Kılavuz okudum ondandır belki. Tutuk gördüm kendimi bu gece. İçemedim, ondandır. Başlığa gelirsek, evet, baya güzel kokarmış.

- 7 Aralık pazartesi - Mutluyum ve uykuluyum şu an (:

Bu smiley'in kafası niye ters? Uykumu getirdi, baya uzanmış yatıyor, yattığı yerden gülüyor gibi. Mutlu da sanki. Evet lan, "Tesadüfler" dedi şarkı "Ne büyüktüler". Keşke daha evvelden tutmaya başlasaydım bu defteri, mumları falan yazardım. Biraz evvelki tesadüf bu değil tabi, Kral Tv geliyor yarın, onu diyorum.

Bu yazıyı okuduğum blogların bir kolajı olarak ele alıp, önümüzdeki lecture'da anlatacağım. "I will be come up to that in the following lecture, see you on thursday".

29 Kasım 2009 Pazar

Bi' Şarkı Var

Bi' Şarkı Var

Aslında baya eski bir şarkı. Lisedeyken dinlemiştim. Çok paylaşımsız bir şarkı bence. Sanki tek başına çıkıp, güzel güzel gitar tonlarıyla birisi küçük bir hikaye anlatıyor. Hiç "beni dinleyin, eşlik edin" havası yok. "Böyle hissediyorum, söyleyim dedim". Çok emin değil mi kendisinden, kaygısı yok.

Müzisyenin bu havasına bayılıyorum. Tabi her müzisyenin değil, müziğini satmaya uğraşmayan müzisyenin bir havası var. "Ya" diyor, "dün sabah kıvrandım, uyuyamadım, tartıştık biraz çünkü, kötü hissediyorum ki ben öyle olunca, utanıyorum, sıkılıyorum" diyor, "ee" diyor karşıdaki, "sabah uyandım, beyaz ışıklar vardı her tarafta, unuttum" diyor "üzgünlüğü". "ee abi", "neden tartıştık, unuttum" diyor, "özlemiştim zaten, tüm hepsi bundan oldu belki, kim sinirliydi hatırlamıyorum, neyse" diyor, "boşver". Bu konuşma şarkı oluyor bir süre sonra. Havaya baksana. O kadar, sade, paylaşımsız, tekil bir duyguyu şarkı yapabilme cesareti, bunu konserde bin kişiye söyleme cesareti. Müzik, başka bir evren.

Sadece bir duygu yoğunluğunun yarattığı bir kaç söz ile yazılmış bi' şarkı var. İşte bu eski şarkı, lise zamanımdan kalan, taze bir duyguyu hatırlattı bana bu sabah, yazmak istedim.



Syd Waters (a.k.a. VeRa) - "Boşver"

23 Kasım 2009 Pazartesi

Mini Öykü - Tatil

Mini Öykü - Tatil

Sifonu çekip, sıvı sabundan iki damla aldı eline. Saat 11 olmuştu, ve üzerinde garip bir sorumsuzluk vardı. Ne acayip. Kapıyı açıp, odaya girdi. Masaya baktı, her tarafa dağılmış, kağıtlar, üzerinde notlar. Her biri bir deadline'ı bekleyen ödevler, sınavlar için alınmış küçük notlar. Diğer tarafta lambalı gitar efektleri, iki tane. Onun üzerinde, okuma kitapları ve shot bardakları. Ortada laptop. Çok yönlü bir masa, her şekle, her zamana, her olaya uygun şekilde döşenmiş.

Ne acayip. Saate bakıp, bir yerlere yetişiyor olması gerekiyordu. Birisi perşembe günü ders arasında, "tatil" dediğinde, "deadline'ı ne zaman?" diyesi gelmiş, zor tutmuştu kendini. Lan! Tatil derken? Öyle bir şey yok ya. Tatil bile ödevlerle dolu idi ilk başta, memlekete git, kavurma ye, bayram ziyaretleri vs.

Laptopu açtı. Ekşisözlük-istatistikler-haftanın en beğenilen 20 entry'si (e malum, günlerden pazartesi). Uzunları atlardı hep, zamanı yoktu çünkü. Okudu hepsini bu sefer, güldü ağzını açarak. Birazdan güneş gözlüğünü alıp, havuza inecekti kahvaltıya. Lan. Hobi olarak yapardı eskiden bunları.

8 hafta. Akademi zorlar insanı. Geçen sene oda arkadaşım (larımdan biri), en zor sene birinci sınıftır derdi. Görüyorum, ve artırıyorum. Provalar zorlar insanı, iki orkestra, bir grup. Çaldığım konserler (25 günde 3 konser, birisi şehir dışı). Birinci dereceden sorumlu olduğum konser önceleri, hangar-sgm arası mekik dokumalar. IC. yani evet, aslında hiç de öyle çılgınlar gibi yoğun bir 10 günlük süreç sonrası yorgunluğum yok. (laptop diliyle) batarya birden yüzde 5 olmadı, ama 8 haftadır yüzde 15te seyretti.

Tatil böyle şaşırtırmış insanı.

Bir de, özledim. Yoğun akademik programımı değil, elbet.

12 Kasım 2009 Perşembe

Mini Öykü - Moral

Mini Öykü - Moral

Telefonu açtı. Alo, dedi telefonu açan. Nasılsın diye sordu, bu taraftaki. - İyiyim, gönderdiklerimi aldın mı? -Evet, dedi, almadığını, unuttuğunu farketse de duraksamamıştı bu evet'i söylerken. Yalan söyleyemiyordu, sadece bir durumda söylerdi, eğer daha önce doğruyu söylediği bir noktada insanları üzdüğünü farketti ise. Devam etti, moralim bozuk biraz. Son söylediği doğruydu, ki zaten kafasını dağıtmak için arıyordu onu. Tamamen farklı bir dünyası vardı, telefonu açanın. Bu taraftakinin eski dünyasıydı o, küçük, içten ve kimsenin kızmadığı bir dünya. Bazen, şu yaşadığı dünyadan sıkılır, onu arardı, o dünyayı. O eski dünyayı özlemiyordu hiç üstelik. Sebebi yoktu, arıyordu işte. Karşıdakinin konuştuğunu dinlemiyordu bile artık, alışık olduğu ses tonu kulağını doldururken, düşüncelere dalmıştı.

Ne zaman böyle hissetse, bu duyguyla olan savaşı, onu (acziyetini) önemsemeyerek, küçümseyerek ya da unutmaya çalışarak yönetirdi. Bugün farklıydı biraz. Önemsenmez ise, tekrar edeceğini hissediyordu. Aramak, anlatmak, üzerine gitmek lazım geliyordu bugün. Müzik, akademi, yönettikleri ve sorumlulukları çok fazla geliyordu, bunun zaten farkındaydı ama, böyle birden patlayacağını hiç düşünmemişti. Hepsini "öylesine idare ediyordu".

Dün gece idi sanırım dedi kendisine, kafası çok karışmıştı şu aralar, sınav konularını bitirince mutlu olduğunu, yine öylesine idare edebildiğini düşünmüştü. Dayanmaya çalışmanın üstesinden gelemeyecekti. Güçsüzdü birkaç saattir. Belki ona güç veren yanında olmadığı için.

"Baya zayıf hissediyorum kendimi. Üşüyorum. Abarttım veya. Dünyanın sonu gelmiş gibi. Havadandır belki. Hastayım. Kafka'nın akbabası gelse keşke. Ara vermem lazım, müziğe. İdare edemiyorum." dedikten sonra, buluşmam var, adam geldi dedi. Telefonu kapattı.

8 Kasım 2009 Pazar

Mini Öykü - Sınav

Mini Öykü - Sınav

Başına ağır bir tokmak vurulmuş gibiydi, kafasını kaldırdığında. Saate baktı. İlk anda, göz bebeklerinin başka bir noktaya odaklanması sürecinde, birkaç saniye karartı hissetti. Damlasını kullanmamıştı bugün de, gözünü yormuştu üstelik. Muhtemelen kanlanmıştır diyordu. Saat üçe yirmi vardı. Galiba bu noktadan sonra, tevekkül ile dinlenmek lazım gelir dedi içinden. Çantasını toplarken gürültü çıkardığının farkındaydı, ama bilgi merkezindeki 7-24 hizmet veren odanın sakinleri pek alınmamıştı gürültüden. Zaten onlar da çalışmıyorlardı artık, muhtemelen facebook'taki "al dedi-git dedi" videosunu izliyorlar, veya ekşisözlük açmış "brutal vokal olarak devlet bahçeli" başlığında kaybolmuşlardı. Belki, kimseden homurtu veya çirkin bakış gelmemesinin sebebi şuydu, bu beş kişi zaten 3 saattir birbirleriyle olan sessizlik anlaşmasını bozmak istemiş ama cesaret edememişlerdi, cesaret edeni de alkışsız bir saygıyla dinliyorlar ve bu gürültüden garip bir haz alıyorlardı. Burnun sürekli aynı kokuyu aldığında yaşadığı uyuşukluğu, kulaklarıyla tecrübe ediyorlardı bu sefer. Uzun süre ses duymamanın verdiği garip alışkanlıkla kulaklarını yok zannedip, gürültü orkestrası eşliğinde duydukları sesleri, "aa, benim kulağım vardı lan" şeklinde bir hayretle ve sevinçle dinliyorlardı. Herneyse, zaten o sırada bunları düşünemeyecek kadar yorgun ve halsizdi. Öyle ki, hava soğuk olmasa, belki yurda varana kadar, genel vücut bitkinliğine yenik düşecek, çimlere yığılıp uyuyacaktı. Odasına giderken de kafasından geçen tek şey, iki saat önceki uyuşmazlıktı. Belki bu kadar çok kafasını derse vermemiş, zihnine giden tüm atpyi harcamamış olsaydı unutmazdı, kızın üzülmesine sebebiyet veren şeyi. Çok zor olacak yarın, diye düşünüyordu. Muhtemelen gelmeyecek, peki o zaman ne anlamı var ki haftasonu olmasının, diye söylendi içinden. Boşverdi hepsini, küsmesin diye fısıldadı kendine. Üzüldü yine, uğuldamaya başladı kulakları. 7 saat sonra math201 sınavı, aklında ise, formülden başka herşey.

1 Kasım 2009 Pazar

ekim '09 hakkında

Hakkında Serisi 4 - "Ekim 2009"




Israrlar üzerine, hakkında serisine devam etmeye niyetlenip ne hakkında yazacağıma karar veremedikten sonra kasım ayına girmiş olmanın hüznüyle, kimse kusura bakmasın da, gayet güzel bir ay olan ekim '09 üzerine bir şeyler karalamak lazım dedim. Çok kişisel bir şey olacak. Bireysel blog sayfasını kamuya mal etmeye uğraşan ve yazdığım her yazıyı facebook'ta paylaşan biri olarak, bu yazının diğerlerinden farkının olacağını baştan söyleyeyim. Tekil söylevler için değil, düşündüklerimi paylaşmak ve yorumlar/geri beslemelerle dolu bir platform olmasını düşünerek açmaya karar verdiğim bu blog sayfası bu günleri de gördü. Başlamadan önce bir de başlıktaki tırnak işaretinin sebebi ilgili bir şey söylemek istedim. Sebep basit olarak şu karmaşayı önlemek: 4 ekimde n'olmuş ki lan ?!

Amerikadan dönüşte yeniden yaşadığım kültür şokunun genel hatlarıyla ortadan kalkmaya başladığı ekim ayının ilk haftaları, odayı adam etme kargaşası vardı içimde. Utku ile, ver elini via-port, ver elini bauhaus, ver elini ikea. Sonra adam akıllı bir hal almaya başlayan odaya (perde bile aldık olum), içkiler alınıp, küçük çaplı neşeli, korosu, irregular tayfa, ve "utku-murat ortak arkadaşları" içmeleri renk kattı.

10 ekimi, Utku'nun doğum günü partisi ile baya eğlenceli bir havada kutladık (havuz, mangal, kokteyl, gitar dörtlüsü). Ben çok sarhoş olup kayboldum(kaybolmuşum) gene (kaybolmayan Murat isteyin). Ardından 11 ekim TanışaRock'ta Kurban dinledik, müzikus'la diğer klüpleri tanıştırdık.

14 ekim, büyük gün, Neşeli Günler Kumpanyası Ege Üni. Konseri ile İzmir'i dağıttık resmen. Kordonda konser öncesi içmecesi, dönüşte de Köfteci Ramiz'in ilk kurulduğu noktadan köfte-höşmerim yemecesi geziyi ikiye katlayan etkinlikler olarak akıllarda kaldı (bu höşmerim muhabbetine hemen her blogda rastlarsınız). 15 ekim perşembe bir grup neşeli üyesi ile bizim odada konseri kutlama içmecesi yaptık. 17 ekimde Utku, Nazlı, Neylan, ben dörtlüsü olarak Kanyon'da dört boyutlu sinema diye yola çıkıp, Ortaköy nargile ve Levent çiğ-köfteye dönüşen bir gün yaşadım. Net, güzel bi gündü.

20 ekim Kolpa Parti ile çıldırdık. 22 Ekim Hangar konseri ile, Can-Utku-Mert-ben, nam-ı diğer SCUM, grubu ile ilk konserimizi verdik. Süper de tepkiler aldık. "O değil de hangar"ı baya güzel bir hale soktuk. Ve 24 ekim gecesi ile, unutanın ağzına sıçayım o geceyi, eğlendik. Eğlendik denmez tabi o geceye, benim için özellikle baya eğlence ötesiydi. Özel bir gündü. O günü bir "the 20th november" tarzında bir efsaneye sokmayan her insanı dövüyorum. Sevin o günü, sayın, hatırlayın. Seneye müzikus olarak 24 ekim 2010 gecesi hava-i fişek falan atalım, ne biliyim, yapalım böyle şeyler.

24 ekim sonrası haftası baya dingin (dinlendiren, dinçleştiren manasında) bir haftaydı. İlk haftaydı öncelikle, ve baya, olasılık-dışı olarak düşündüğüm bir anlamda baya, nasıl diyordum buna, "eşşek gibi", güzel bir ilk haftaydı. 30 ekim İki Dil Bir Bavul ile de tavan yaptı bu hafta. Bu konuyu sonra bir ara konuşuruz yine.

İmzasız bitirmek istiyorum bu yazıyı. Böyle küt diye. Küt.

30 Ekim 2009 Cuma

Film 101 - İki Dil Bir Bavul

Film 101 - Lecture 2 - İki Dil Bir Bavul


Bugün Beyoğlu Alkazar sinemasının önüne geldiğimde, inşallah 19.30 seansının biletleri tükenmemiştir diye düşündüm. Tükenmemiş, iki tane aldık. Oturduk ve beyaz perdede oynamaya başlayalı sadece 7 gün olmuş ikisi uluslararası 6 ödüllü bir filmi, ikinci bir ağzın önyargılarından yoksun bir şekilde izlemeye başladık.

Filmin öyküsü kısaca Denizli'li, çiçeği burnunda bir öğretmenin doğu görevine Diyarbakır'ın bir köyünde başlaması ve ilk yılı üzerine. Fakat okul ile ilgili iki büyük sıkıntıyla karşı karşıya, birisi okulun fiziksel yetersizliği (tek sınıf var okulda, okul sobalı vs.), ikincisi de birinci sınıf öğrencilerinin neredeyse hiç birinin Türkçe bilmemesi. Başlarda, fukaralık üzerine gönderimler yapılıyor, mesela çeşmeden su akmıyor, okulun içinde çeşitli böcekler yuva yapmışlar, elektrik çok sık kesiliyor, ve köyde taştan başka hiç bir şey yok neredeyse (bkz. görsel2). Annesi ile olan bir telefon görüşmesi var, çok kritik "hiç bir şey yok ya anne, hani farkındaydım bir köye geleceğimin ama hiç bir şey yok burda".

Yetersizlikler içerisinde başlayan okul macerası, dilini anlamayan bir sınıfa kendini anlatma derdi de girince, öğretmen iyice sıkıntıya giriyor. Çocukların dil bilmemesi tek sorun değil, kalem tutmayı, kalem açmayı, çöpü kullanmayı, tuvalete tek başına gitmeyi bile bilmiyor çocuklar. Bu dertler, o kadar ince detaylar ile komik fakat olağan bir dille anlatılmış ki yönetmenler tarafından, filmi belgesel tadında veya ağır ödüllerle donatılmış bir nuri bilge ceylan durağanlığında, sıkıcı fotoğraf kareleri ile oynatılmış bir film olmaktan çıkarıyor. Nuri Bilge Ceylan'ın hastasıyımdır, ama eksik noktaları olan bir yönetmendir, mizahı eksik kalmıştır mesela. Bu film, mizahı ile bir basamak atlamış gibi duruyor seyircinin gözünde ( ve tabi ki de benim gözümde). Öğretmen gözünden bir çıldırışa tanık olmayan da bir film. Çünkü, anlatılandan, olması gerektiği gibi düşündürülenden o kadar farklı bir durumda ki (Türkçe kitabının üzerine Kürtçe yazılar yazılması, ödevlerin Kürtçe verilmesi gibi), öğretmen şaşırmaktan ve hak vermekten de kendini alamayan bir şefkatten ötürü ne bir cinnet geçiriyor, ne de lanet ediyor duruma. Olabilecek en sabırlı ve eğlenceli dille, tüm bir yıl boyunca tüm müfredatı bir kenara atıp, çocuklara sadece Türkçe'yi öğretmek istiyor.

Çocuklar açısından ise durum şok etkisi ile karşılanıyor ilk başta. Bir adam var, annen, baban seni bu adama emanet ediyor, 8 saat geçirmen için. Bunu yaparken de saçını tarıyor, yeni okul önlüğü, yeni defter alıyor. Seviyor seni, okşuyor, sorular soruyor okulla ve öğretmenle ilgili. Demek ki diyor çocuk, öğretmen önemli. Fakat öğretmenin dediklerini anlamıyor, anlayamıyor, anlamak için uğraşıyor, anlamayınca da cezalandırılıyor, bu ceza üzerine hiç bir şey anlamıyor haliyle. Tam anlamıyla bir travma. Televizyonda duyduğu çat-pat Türkçe ile idare etmeye, derdini anlatmaya çalışıyor. Hiç olmadı, hocanın dediklerini tekrar ederek kendine bir çıkar yol bulmaya çalışıyor. Yabancı olduğu bir dil var, annesi bile bilmiyor Türkçe. Çabalıyor öğrenmeye, anlamını bilmediği kelimeleri her gün tekrarlasa dahi, ezberleyerek öğrenmeye başlıyor yavaş yavaş. Taklit ediyor hocasını. Tenefüslerde de, taştan başka oynayacak bir şeyi olmayan köyünde eğleniyor.

Ebeveynlerin karnenin ne olduğunu bilmemeleri, veliler toplantısında "hocam sen de iyisin, bu sayede yabancı bir dil öğreniyorsun" denmesi, hocaya ikram edeceği tek bir elmayı sürekli düşüren çocuk, horoz kentli Emre, yazın kitap okumayacağını iddia eden Zülküf (nam-ı diğer Zilkif) filmden ufak enstantaneler. Filmle ilgili son diyeceğim şey, bu filmin iki Kürt yönetmen tarafından yapılıyor olması ve Türkiye'nin son yıllardaki politik can damarı olan Kürt dilinde olası eğitime dair olması hakkındaki hafif tahminsel yaklaşımıma dair. Ben filme dair okuduklarımla tahmin ettim ki, "Kürtlerin dağa çıkmasının haklılığı"na veya "PKK propagandası"na dair bir perspektiften yönetilmiş bir filmdir bu. Ve yanıldığımı şöyle özetleyebilirim: hiç bir Kürt evinin arka planında ne bir yeşil-sarı-kırmızı renk, ne de bir "büyük lider" posterine rastlamadım. Politik meselelere dokunmayı geçtim, ona dair nefes bile alınmamış bu filmde. Hatta yoğun bir kısmı, batıdan gelen Türk öğretmen Emre'nin ağzından anlatılıyor. Çift bakış açılı ve birden çok düşünce penceresi içeren bir film olmuş. Hem öğretmen, hem öğrenci bazlı bir farklı dilde eğitim sorunlarına değinilmiş sadece. Ki o da gözümüze acılı doğu edebiyatıyla değil, muzip bir doğal yaşanmışlıklarla ortaya konulmuş.

Mutlaka izlenmesi gerekiyor.


Görsel2 :




29 Ekim 2009 Perşembe

Film 101 - Kasaba

Film 101 - Lecture 1 - Kasaba


Film kasabada yaşayan fakir bir ailenin (fakirlik konusu her zaman için göreceli bir kavram olduğu için, Nuri Bilge Ceylan fakir bir kasabanın standartlarına göre bile fakir olan bir aileyi seçtiğini göstermek için sınıftaki kokan yiyecek sahnesini koymuş) 24 saatini anlatır. Türkiye'de yaşayan fakir bir kasaba ailesinin yaşayışına dair nokta atış tespitlerle doludur film. Bana çok zevk vermiştir doğrusu bu yönü. Fakirliği bir kenara bırakıp kasaba ismine odaklanmak da lazım. Filmi şehirli birisi, kültürlü ve şehirli birisi de denebilir, bir yönetmen çekiyor, bu konuya kafa yormak lazım. Niye bir şehirli kasaba filmini çekiyor? Çünkü şehirde olmayan, kasabada olan bir çok şeyi gözden kaçırdığımızın farkında. nedir bu şehirde olmayıp kasabada olan şey? İnsan dışındaki canlı nüfusu. Filmin fotoğraf kareleriyle dolu olması kimsenin gözünden kaçmamıştır. Yönetmenin izleyenleri odaklamak istediği noktaları belli etmek istediği bu donuk karelerin içinde bir sürü hayvan ve tabiat vardı. Köpek, kedi, kaplumbağa, oğlak, eşek, karınca, sincap, yılan (bu ikisini görmesek de gayet doğal bir biçimde sözü geçti filmde) ve daha bir çok hayvan. Artı doğa, filmin ve gösterilen kasaba hayatının vazgeçilmezi. Ağaç, otlak, sazlık, fidan vb. tabiata özlem midir, tabiatı unutmayın demek midir, tabiattadır özümüz diye haykırmak mı istemiştir, tabiatı şehirlerden uzaklaştırmayalım bakın ne kadar güzele mi vurgu vardır bunu sadece Nuri Bilge Ceylan bilir tabi ki.

Karakterler çok oturmuş ve güzel oynamışlar.

Büyükbaba, cahildir, hakikaten öyledir, çok konuşur ama dedikleri kendini sürekli tekrar etmekten ileri gitmez. bilmez, bilmediği gibi bilmemeyi de doğal karşılar. Bilince ne oluyor, her şeyi bilmek olmaz, insan yaşayacağı kadar bilmeli gerisini allaha bırakmalı gibi sözler eder.

Büyükanne, o da cahil, fakir, elinden aşı eksik olmayan biri. Konuşmalardan rahatsız olan bir kadın. Güzel geçen konuşmaları bile susturup olayı kendine getiren, konuşma kendine gelince de acılarından ve hastalıklarından başka bir şeyden bahsetmeyen tipik bir yurdum hastalık hastası yaşlısı.

Anne, çocuklarıyla ilgilenen birisinden başka bir şey değil. O da kelimelerden rahatsız oluyor, sürekli susturmaya çalışan, o ne biçim söz, ne biçim konuşuyorsunlar ile yaşayan bir kadın. Ama çocukları onun için bir tane. Gözü gibi bakıyor onlara. İyi aile çocukları bu gibi güzel annelerden çıkıyor işte.

Baba, ailenin içinde en akıllısı. en akıllı olmanın zorluklarıyla baş başa. Ne kendini anlayan kimseyi bulabiliyor, ne de kendini anlatabileceği. Bu yüzden kitaplarla baş başa kalmış. Yalnızlığı seçmiş, ama aklını yine de bileyebildiği kadar biliyor, okuyor, düşünüyor.

Genç, asi bir kasaba genci. Yeteneklerinden bihaber. Kasabadan gitmek istediğini söylüyor her fırsatta ama asker yolculuğunun ne kadar zorlu geçtiğini duyuyoruz ondan. Kasabada iken de bir hiç, kasaba olmadan da bir hiç.

Çocuklar, küçük kız, düşünen bir kız. Gözlerinin zeka dolu bakışları bana bu durumdan nasıl kurtuluruz, nasıl akıllanıp kasabanın dışına çıkarız, nasıl fakirliği bir kenara itebiliriz, sorularına cevap arar gibi süzülüyor. Küçük erkek ise etrafındaki olaylardan bihaber, kasabanın içindeki durumlarından, cehaletten, fakirlikten habersiz, etrafında olan bitene karşı büyük bir merak besliyor. Sürekli bir yerlere çomak sokuyor bu merakından dolayı. kaplumbağayı öldürdükten sonra rahat uyuyamıyor ama. Bir daha yapmaz öyle şeyler yapmaz diye tahmin ediyorum.

Müzikle ilgili de birkaç söyleyeceğim var. Ben, beni bu kadar dinlendiren bir müzik duymadım uzun zamandır. İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanan Sait Faik'in yazdığı "Meraklısı İçin Öylesine Bir Hikaye"yi hatırlattı bana yalnız başına klarnet. Mükemmeldi.

27 Ekim 2009 Salı

Mini Öykü - Aşk 2

Mini Öykü - Aşk II. Dudaklar ve Kelimeler

Kokusu geldi yine burnuna. Küçük bir amfide, en önde, yıllarını amerikalarda eğitimine adadıktan sonra, korkunç otuz yıllar yaşayan ülkesine yine de sinirlenmeyip, özlemle geri dönmüş, "çılgın profesör sarı gömlek"i dinlerken, hocanın kullandığı ağır ingilizcenin de etkisiyle, bir anda uyuklamaya başlamıştı. Tam o sırada geldi koku. Çok sakin karşıladığını düşündü bu seferkini. Tüylerinin ürpermesini saymaz ise tabi. Alıştığını düşünüyordu, fakat her seferinde heyecanlanıyor, her seferinde mutlu oluyor, hepsinin ötesinde her seferinde şaşırıyordu. Nasıl koktuğunu anlatamıyordu, anlatmaya kalksa güzel diyebilirdi anca. Öyle özel bir kokuydu ki, hepsine kendine saklamak için derin bir nefes aldı burnundan. Şimdi koku, dudaklarına ulaşmıştı. Artık kimse, farkında olmadan dahi paylaşamazdı o kokuyu. Dudakları kokunun başladığı yerdi çünkü. Bilen iki kişi vardı, o kokuyu. Baharatlıydı biraz. Kırmızı biber gibiydi, kokudan mı, lezzetinden mi, yoksa teması sonrası bıraktığı o sıcak bağdan mıdır bilinmez, tekrar tekrar tadına bakmak istiyordu. Yavaşça ve hissederek. Özledi yine.

Ders bitmeye yaklaşmıştı, koku üzerine düşünmekten kaçırdığı noktalara takılmış, Cihan'ın notlarına biz göz atıp yeniden yakalamaya çalışıyordu konuyu. Duble espresso istemişti ruhu, uyanması lazımdı bir an evvel. Birazdan quiz vardı. Sarı gömlek, tonlaması ile yine tüm dikkatleri toplayıp konunun son cümlesi ile ilgili merakları yoğunlaştırırken, argo bir sıfat kullanmıştı aniden. Düşünceler doluştu yine, dumanlı bir fanus içinde kaldı zihni, zaten uykusu da bastırıyordu, dumanları dağıtmaya yoğunlaşmaya tenezzül bile etmedi, saldı kendisini içine doğru. Yine dün geldi aklına, argo konuşabilmek için yer aramıştı, biraz önceki kokunun kaynağı dudaklar. Konuşmayı renklendirmekten başka ne işe yarardı ki argolar? Argolar, kelimelerden daha komikken, kim neden hoşlanmamıştı ki onlardan? Renkti argolar, sarı gibi bir renk, ki tanımları renkler oluşturur. Kelimeleri kendisi etrafında toplardı, merkeze yerleşir, ilk o hatırlanırdı. Zamanın birinde çocuk ne demiş " Hii, bok dedi". 3 saat dünyanın sırrını anlatsa da birileri, akıllarda o kelime kalır, komik çünkü, hem de çok komik. Hem bok deyince aşkın güzelliğine de zarar gelmiyor ki. Kelimelerin önleyemeyeceği bir nokta orası.

25 Ekim 2009 Pazar

Mini Öykü - Aşk 1

Mini Öykü - Aşk: 1.Parmaklar ve gözler

Merdiven basamaklarını birer birer inmeye başladı. Ayak parmakları güzel soluklu bir harmoniye özenir gibi, kıvrıldığı eklemleri ile dans ediyordu. Soğuktu, üşüyordu ayak parmakları. Yok hayır, üşümüyordu, titremesinin bu sebeple olmadığını düşündü. Kafasını kaldırdığında, çıkış kapısına yaklaştığını farketti. Evet, dışarısı hiç de soğuk değil, dedi içinden. Sabah uyandığında aklına bile gelmeyecek bir fikir fırtınası yaşadığını farketti. Komikmiş diye düşündü son olarak, duygularının en çıplak anında ne gereği vardı ki ayak parmaklarını düşünmenin. Muhtemelen ayak parmakları bile başka şeyler düşünüyordu. Olayın merkezine parmaklar girmeliyse eğer, o kesinlikle el parmakları olmalıydı. Sıkıştığını hissediyordu bir süredir, ve evet o bilindik mutlu parmak sıkışıklığıydı bu. Son basamağını da aldı merdivenin ve arkadaki kıza döndü. "Bırakma elimi" diyecek gibi oldu, sonra durdu ve sustu. Bırakmayacaktı zaten. Gözleri ile söylemişti bunu. Gözleri de baya güzeldi hani.

Kafasını kaldırdığında kendisine bakan bir çift göz gördü. Biraz önce bir şey fısıldamaya çalışmıştı göz. Cevap bekliyordu. Sustu, ve gözleri ile fısıldadı cevabı. Rahatlamıştı karşıdaki göz, hayranca bakmaya başladı. Bu göz çiftinin diğerlerinden farklı kılan iki şey vardı, birincisi anlamlı bakıyordu, ve bu anlamı söylemedikçe tahmin edemiyordunuz. Esrarlı bir manayı tahmin etmeye çalışmak güzel geliyordu kıza. İkincisi, bu gözler sürekli bir şeyler fısıldıyordu. Cevap almak istediği şeyi sakince sorup, beklemesi. Söylemek istediği fakat kırıcı olmamaya çalıştığı şeyi, sohbetten sonraki süzgün ama emin bakışı ile fısıldaması. Eğlendiğini söylemekten utanırmış gibi, mevzu mutluluğa gelince oluşan parlaklık ve renk açılması. Bunların hepsinin üstünde, kahkahalarla güldüğü veya güldürdüğü bir konuşma sonrası sessizlikte, "seninle vakit geçirmekten hoşlanıyorum" ifadesi. Tüm bunları fısıldayan gözleri, biraz evvel nasıl olmuştu da kelimeleri dudakları ile boşaltmıştı, kız şaşırıyordu. İyi oldu, diye düşündü. Sarılmış halde idiler. Bir sürü şey düşünmüştü kız merdivenden inerken, şimdi ise hangisini söylesem diyordu. Ve daha da önemlisi bunları nasıl söylesem. Sonra düşündü, sözleri karşısındaki uzun boya bıraktı. O daha güzel ifade ediyordu dakikaları. Onun gözlerine bıraktı konuşmayı ki, fısıltıların sarhoşluğu ile daha mutlu olabilsin. Biraz sonraydı. Merdiven basamaklarını sıkışıklıklar ve fısıltılarla, birer birer çıkmaya başladılar.

18 Ekim 2009 Pazar

Mini Öykü - Kayıp

Mini Öykü - Kayıp



İki gün önce, tam olarak bu saatlerde, ipod touch'ımın olmadığını farkettim. çantamı aradım, utkunun çantasını aradım, tüm defterlerimin falan arasına baktım yoktu. Kulaklık da yoktu işin kötüsü. Ege Üniversitesi konseri çok sorunsuz geçti gibime geliyodu, demek sorunu tek ama inanılmaz büyükmüş diye düşündüm. İpodTouch ve kulaklığı en son nerde ve nasıl kullandım tahmin edebiliyordum gayet. Bir arkadaşımla otobüste birlikte dinlemiştik en son. Sonrasında Cihan'ı aradım bir telaş, "amerikan başkanı dahil herkesi devreye sok, ipod touch'ım kayboldu, ney, hı, evet touch'ım" dedim. Cihan'da otobüs şöförünün telefonu vardı, onu istemekti amacım. Cihan ben arayayım dedi, aradı şöförü, şöför bir buçuk saat sonra ara vereceğim, yoldayım şu anda, arada koltukların altına falan bakayım, ama şu anda otobüs full dolu ve kimse bana birşey buldum diye gelmedi demiş. Terler bastı, hoşuma gitmedi'den öte bi hal aldı durum. Dizlerimi yere çöküp hayıır diye bağırmak istiyorum dedim Utku'ya, güldü, gülmesini isteyerek söyledim de bunu, çünkü ipodTouch kaybettim ama hayata küsmedim, hemen alıştım hatta espriler yapıyorum demek içindi bu. Utku'nun gülüşünü duyunca hiç de iyi hissetmediğimi tekrar anladım. Cihan aradı sonra tekrar, abi sen en son benim çantaya koymuştun onu, ordan alıp ne yaptığını hatırlıyor musun dedi. Ben senin çantaya koyduğumu bile hatırlamıyorum dedim. Dur o zaman bi çantaya bakayım ben, sen çünkü çantana iTouch koydum dedin bana dedi. Çanta uzakta ama dedi, bekleticem, o 35 saniye ümitlensem mi yoksa ümitlenmek için geriye kalan son opsiyonun birkaç saniye sonra biteceğini mi kendime hatırlatsam kararsız kaldım. Cihan kulaklığı buldm dedi. Oh.. İki saniye sonra ipod da burda dedi. Ooooh.. Satın alırken o kadar da istekli olmadığım aleti, tekrar satın alınca, yani kaybedip bulunca, niye bu kadar sevindim bilemedim.

9 Ekim 2009 Cuma

Eski Şiir Defteri - 2

Ne Dediğim Tutarlı
Ayın 5'i Ocak bugün
Tam dalmışken dibine tatmak için kokusunu
Sorar bulursun kendine niye yapıyorum bunu
Halbuki mutsuzluğumun sebebi yaptığım değildir
Her şeyden açıklama bekler halde yaşayışımdır
Silgim hiç olmasa daha mutluyumdur aslında
Dediklerimden sorumlu olmasam daha çok konuşurum
Düşünmesem bu kadar derin, daha çok malzeme bulurum düşünecek
Sorgulamasam aldığım nefesi, belki bu şiir bile olmayacak
Dönüp bakmasam ardıma, farkı açacağım bilmeden
İstediğim de bu değil mi zaten?
E, ne anladım ben bu işten?
Perhiz, lahana muhabbetine dönüştüm çoktan
Ne dediğim tutarlı, ne düşündüğüm
Yazdığım iki satır arasında bile bağ yokken
Ölü gibi yatar halde bile, elimdeyse kalem
Ne sözümü tutarım, ne özümü anlarım
Yani
Ne dediğim tutarlı ne düşündüğüm
Zamanı çok yaşayanlara imrendiğim halde
Tutarım ben kalemimi, yastığım arkamda
En tembel hayvanı getirseler yarışamaz benle
Bense arkama baktığımda utanırım, gün sonunda
Sanki hava bile zorlanıyor içime girerken
Soluğum tutuluyor, öksürüyorum kusarcasına soğuğa

Devam eden her sayfa bana yazılıyor
Çünkü beni ben yapan, benim yazdıklarıma bakan
Hep düşünen, hiç konuşmayan ruhum var
Hapis falan değil bedenimde, o istediği için yaşıyor
Bedenimin en temiz bölgesinde
Okumadan satırları teker teker, bakmadan geriye
Yazamam, her ne kadar nefret ettimse
Bu oldu zamanla, benlik dediğim nesne
Hayatım hep kamera ardında sanki
Sanki hep bir nehir akan önümde
Dışındaysam sakin ve tembel izlerim yeteneğimi
Ben dışında olmaktan ne kadar bıksam da
Beni dışa iten bir güç var, engel olamadığım
Daha doğrusu olmak istemediğim
Kendi küçük dünyamın, ebedi efendisiysem
Niye atlayım nehrin sert dalgalarına
Oradakiler mücadelenin güçlendirdiği askerler, kaslı maslı
Benim göbeğim çıktı, ben hala Marslı
Kimsenin anlamadığı, anlamak için uğraşmadığı
Anlamak için gelenleri de kovan cinsten hem de
Ne anım olacak torunlarıma anlatacağım
Ne beni anlayan eşim, dostum kalacak böyle gidersem
Telefona sövüp her gün niye çalmıyor diye
Yaşlanıp gitmekten korkar oldum

Ki bendim yine yüzünde güller açan
Bulutlar kadar hafif, onlar kadar beyaz
Hem de çekip alan istediğini, kimseye aldırmadan
Alan o pembe çiçeği, koklayamasam da
Karşıma oturmasından mutlu, bihaber, cahil, sakin..
En büyük erdemlerimden biri de
Bitmesini istemediğim aşkları
Tek satırda bitirmek, ağlamadan
Kedinin yün topla oynadığı gibi
Ulaşmaktır hedefim yün topa
Sahip olmak mutlu etmez beni
Sen hep koşmak peşindesindir, hep bir çabalama
Yediğin, yemediğin her şey ağzına gelene kadar koşma
Koşarken mutlu değilsindir
Sahipken de mutlu olamazsın
Sadece ilk yakaladığın andır seni mutlu kılan
O an, o kadar sarhoşsundur ki
Hatırlamazsın bile, sonra tekrar atarsın topu önüne...
Mutluluğu soğuramazken, içimize çekip ısıramazken
Nedir peki bu çaba, onun uğruna?
Neden bütün yaşam onun uğruna?
Yine başa döndüm, yine bir soru
Aynı dediğim gibi
Ne sözümü tutarım, ne özümü anlarım
Ne dediğim tutarlı, ne düşündüğüm


Dipnot: Kardeş Türküler - Demme eşliğinde yazıldı.
Dipnot2: Oluştuğu yıl 2008. Ayın 5'i. Ocak

4 Ekim 2009 Pazar

Eski Şiir Defteri - 1

KISA BİR ÖZET

Uçurumların şairane benliğinden bugünlere
Geçirilen devrimin özetini sayacağım
Nefretlere sebep, kösteklerin etrafındaydı belim
Elim bir gecenin vahşi tutunuşlarındaydı hayat
Kaldırdım kafamı
Bir o kadar daha vardı geride
Masa örtülerinden , koltuklardan
Tahta sandalye ama geniş yataklara
Sükunetten sıkılganlıktan
Kurtlar sofrasına ama heyecana günlerim oldu.

Kim niye dinlesin idi özetleri ?
Şimdi boş verelim bunları
Hazır aklıma gelmişken, titremiş parmakları ve
Tutulmuş gözyaşlarını
Bir tiyatro sahnesinin ışığı kadar canlı tutmak
Babayiğitlerin babalarının bile harcı değil
Sevgiler, sevgililer
Tütün kalmış tabaklar, içinden kan fışkıran sebepler
Bahçelerin uçlarından kırmızı mor çiçekler
Issızlığın ötesine geçebilmek için kalemler
Gerek yurduma
O zaman belki kalın uçlu sözcükler boşanır.

Bugün biten bir kitap mıydı zihnimde?
Nelere hakkım olduğunu öğrenmek için
Bedel ödenecek belki
Dolambaçlı kablolar kime yol göstermiş.


Ekim 2008



Not: 2009 yılı mayıs ayında çıkması planlanan Sabancı Üniversitesi Okyanus Dergisi için hazırlanılan bir şiirdi. O dergi çıkamadı, bu şiirin de kısmeti bugüneymiş.

6 Eylül 2009 Pazar

Mini öykü - Hastalık

Mini Öykü - Hastalık
Gözlerini açtı. Karşılaştığı duvarlar dönüyordu. Yine mi rüya görüyordu? Düşme efektiyle uyanmayı bekledi biraz, sonra sıkıldı. Hafif kambur yatmaya alışık vücudu, sırt üstü bulunca kendini şaşırmış gibi kendini sola savurdu. Kamburunu çıkarıp sol kolunu yastığının altına aldı. Sabahın uyandırıcı etkisini püskürtmeyi çok severdi. Şimdi hafif kol uyuşukluğunu da hisseder hissetmez uykuya dalacağını zannediyordu. Tam o anda kapı çaldı. Girmesini söyleyip uykusuna devam etmek istiyordu, fakat gelenin uykusunu böleceğinden emindi. Uykumu ancak ben bölebilirim diyerek, ani bir hareketle belini doğrulttu, yüksek ranzalı yataktan bir hamlede atlayıp kapıya yöneldi. Kapıyı açmadan önce biraz bekledi, sonra düşündüğü şeyin saçma olduğunu kendi içinde telkin edip, kapıyı açtı.

Karşısında hemcinslerine kıyasla uzun boylu bir kız duruyordu. Tahmini üzerine mi geldi diye düşündü yine, saçmaydı halbuki, biraz evvel de düşünmüş ve saçma bulmuştu. Tekrar saçma bulup konuşacak vakit bulamadan kız içeri atladı. "Peki ya sana çok güzel haberlerim varsa?" diye sordu kız, "Ne oldu, uyuyor muydun yoksa bu saatte, dersin yok mu bugün". Gözleri ile karşısındaki erkeğin sesini beklemeden gözlerinden bir cevap aradı. Gözleri ile anlaşmayı, gözleri ile insanları anlamayı, birazdan konuşulacak konuyu önceden tahmin etmeyi, ya da en ufak bir yalanı bile yakalamayı kendisine çocukluktan beri uğraş edinmişti. İyiydi de üstelik bu konuda. Fakat her seferinde bu çocuğun donuk gözlerinden cevap alamayınca şaşırırdı. Severdi de üstelik bunu, artık tahmin edip haklı çıkmaktan sıkılmıştı, biraz beklenmedik olay arıyor, bunların hayatını renklendireceğini düşünüyordu. Bundan dolayı gelmişti bu sabah onun odasına. Güzel bir haberi vardı ve bunu tepkisinin ne olacağı hiç belli olmayan birisiyle paylaşıp eğlenmeyi düşünmüştü. "Hastayım galiba" dedi oğlan. Derin bir nefes aldı. "Ama merak ettim ne söyleyeceğini, bir saniye yüzüme su çarpıp geliyorum". Cümlenin sonunu beklemeden banyoya yol almıştı bile.

Banyonun koyu rengini bir klik darbesiyle aydınlatıp içeriye girdi. Zerre kadar ilgilenmiyordu kızın söyleyeceği şey ile, biraz yalnız kalmak, rahatlamak, portakal suyu içmek istiyordu. Yine de merak etmişti. Çok çılgın olduğunu söylerdi bir arkadaşı, bu kız için. Tanımıyor ki, diye düşündü, çok sade, çok yalnız bir kız. Biraz güzel ve çekici olan her kız için çok çılgın dedikoduları dolaşırdı zaten erkekler koridorunda. Belki bugün çılgın bir haberle gelmiştir karşıma dedi sessizce. İçinde saniyenin binde biri kadar saniyede bir patlama oldu sanki, bunları düşünürken. Ağzına dolan birkaç avuç dolusu yemeği kustu lavaboya. Sonra başı döndü tekrar, ayakları çözüldü, dizlerini yere öyle bir hızla vurdu ki, kendine gelmesini sağladı dizlerindeki acı. Arkasındaki kapı açıldı, küçük, kesik bir çığlık duydu. Tam bu noktadan sonrasını ise hafızasında yer ettiremedi. Yarım kaldığı uykusuna gider gibi sessiz bir hamleyle yere uzandı. Gözlerini kapadı.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Busch Gardens Hakkında








Hakkında Serisi3 - Busch Gardens Europe, VA
Hakkında serisine devam ediyorum. Üçüncü başlığım, Williamsburg şehrinin ve Virginia eyaletinin uluslararası müşteri çeken, dünya çapında roller coaster'ları ile ünlü eğlence bahçesi Busch Gardens. Yine biraz memleket özlemi içinde yazıyorum. Yaklaşan dönüşün verdiği rahatlık, huzur, ama yine de özlem. Elimde bir Coor's light bottle, media playerımda Erkan Oğur- İ. Hakkı Demircioğlu. Yazmaya başlamadan önce, bu şarkının bitmesini bekleyeceğim (Yazmadan önce söylemem gerek, bu yazı içinde kullanılan tüm görseller, kendi fotoğraf makinamdan alınmış olup, tüm hakları saklıdır).

Busch Gardens Europe , 6 Avrupa ülkesinin birer prototiplerinin olduğu bir eğlence bahçesi olarak tanımlanabilir. İrlanda, İskoçya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya bu ülkeler. Belirli noktalardan kalkan treni yakalarsanız, 20 dakika içerisinde, bu yerlerdeki güzel mekanları görebilirsiniz. Kısa bir tren turu ile mekan hakkında biraz bilgi sahibi olabilirsiniz. Ülkelerin içerisinde, ülke iklimini veya tarihi geçmişini yansıtan bir tane roller coaster, ülke ile birlikte anılan eşyaların satıldığı bir store center, küçük fun fair tarzı oyunlar, şanslı iseniz bir tane sinema veya teleferik bulabilirsiniz. Her ülkenin kendi otoparkı da mevcut.

İrlanda, girişte karşınıza çıkan ülke. İlk roller coaster'a orada biniyorsun muhtemelen (benim için öyle olmuştu). Sarı renkli roller coaster'ın adı "The LochNess Monster". İlk roller coaster için ideal, ne sıkıcı, ne de abartı heyecanlı. İrlanda'daki 4 boyutlu sinema, gerçekten beni hayranlığa düşürdü. Dördüncü boyutun ne olduğunu merak eden bir çok insan oldu, belki siz de merak etmişsinizdir, dördüncü boyut his. Yani koltuğunuz hareket ediyor, sarsılıyor, ya da rüzgar ve sis ile dolabiliyor bir anda salon, en bombası ise denizden yüze su sıçrayan bir sahnede, suratıma fışkıran sular idi. Irish Pub ve İrlanda kültürünün bir çok örneği ile de karşılaşmak mümkün.

İtalya, gerçekte İngiltere ile sınır komşusu olmasa da, yokluktan İngiltere'nin altına konulmuş. İrlanda'dan çıktıktan İngiltere üzerinden ulaşabilirsiniz şehre. Escape from Pompeii ile Pompeii bölgesinin yanardağından, serin sulara atladığın bir kanoya binip ilginç bir maceraya çıkmanız mümkün. Yine güzel bir roller coaster ile (mor) 73 mile kadar hızlanıp, dalış yapmadan İtalya'dan ayrılmamanızı öneriyorum. Kartal ve kurtlar vadisi olarak iki ayrı doğal habitata girip, çok yakından bu iki sevimli hayvanı görebilirsiniz. Özel bir de kuş havuzu var. İsteyenler bu renkli kuşların yemini 3 dolara alıp, elinde kuş tutmanın zevkine erişebilirler. Ayrıca bir tane de teleferik var bu ülkede. Ayrılması zor olsa da, Almanya'ya geçmek için yolumuza devam ediyoruz.

Almanya, OktoberFest alanı ile iç içe ve Busch Gardens'ın tam merkezinde. İlk olarak karşınıza çıkan 3d sinema ve korku tüneli ile bir maceraya atılmak için birebir. Busch Gardens'ın denizi ve yeşilinin buluştuğu mekanlara gezi yapan bir tekne turu yapmadan bu şehirden ilerlemeyin. Gerçekten bu kadar yeşil ve maviyi başka bir yerde bulmanız mümkün olmayabilir. Tekne turundan sonra Alpengeist (beyaz) roller coaster ile kayak tarzında yapılan bir dalış ve dönüşler selinden geçip, Fransa'ya ayak basmaya hazırlanmak gerekiyor. Çünkü Fransa çok çılgın bir yolculuk olacak.

Fransa, girişteki su kanosu ile güzel bir başlangıç yapılan şehir. Busch Gardens'ın dünyaca ününün ve öneminin en büyük sebeplerinden biri olan bir roller coaster da var bu şehirde. Griffon(turkuaz) roller coaster, facebook'ta videoları dönen bir roller coaster. 205 feet'ten dalış yaparak, dünyada bu kadar yüksekten dalış yapan başka bir roller coaster'a şans tanımayıp liderliğe yerleşmiş durumda. En önden bir-iki kere bindikten sonra, sıra amfi-tiyatroda bir hayvan gösterisi izlemeye gelir. Çok keyifli de bir alışverişten sonra, İngiltere'ye doğru yola çıkmaya hazırlanılır.

İngiltere, sıkıcı bir roller coaster, bir kaç basit alış-veriş merkezi ile mekanın, İskoçya ile en küçük coğrafya kaplayan bir mekandalar. Uğrayıp geçersiniz muhtemelen.

Son paragrafı da anlatmaktan çok göstermek üzerine kuracağım. Tekrar etmekte fayda var, yeşil ve mavinin bu kadar doğal biçimde buluştuğu ve eğlendiren başka bir yer bulabilmek muhtelemen mümkün olmayacak, olsa bile çok daha pahalıya mal olacaktır. Her insanın, ömrü devam ediyorken hazır, gidip görmesi gereken bir yer, Busch Gardens.





















Önümüzde bir tane öykü var gibi, en azından zihnimde bir kuluçkası var,

Sevgiler beni takip eden herkese,

Murat Mustafa Tunç

Bu yazıyı yazarken media player'ımda dolanan 12 şarkı

Kız - Dandadadan
Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram - Erkan Oğur & İ.Hakkı Demircioğlu
Yad Eller Duymadan - İsmail Hakkı Demircioğlu
Sarhoş - Duman
Anladım - Cem Adrian
Kimler Geldi Kimler Geçti - Cem Adrian
Güz Bulutları - Kırkaltı
Supermassive Black Hole - Muse (Live in Wembley)
Dead and Bloated - Stone Temple Pilots
Hoppala - Wax Poetic
Gel Yad'a Salma Dilber - Laço Tayfa (bunun bir de Avam Garde versiyonu vardır, leziz)
Whenever I May Roam - Metallica

3 Eylül 2009 Perşembe

work and travel hakkında


Hakkında Serisi2 - Work 'n Travel
Hakkında serisini yazmaya devam ediyorum. İkinci başlığım, yine içeriden bir dille, eğrisiyle doğrusuyla yaşadığım bir tecrübenin sonucu oluştu. Work 'n Travel organizasyonu. Bu yazıyı yazmadan önce kendime 14 şarkılık bir playlist yaptım, biraz okudum (bu yaz gazeteleri ve internet haberlerini yoğunlukla meşgul etmişe benziyor bu organizasyon), şimdi de kalemi aldım elime yazıyorum.

Organizasyon hakkında bilgi geçersem öncelikli olarak, yaz aylarında üniversite öğrencilerinin amerikada J1 çalışma vizesi ile çalışmalarını sağlayan bir olay bu. Türkiye ayağında yurtdışı eğitim ve danışmanlık şirketleri öğrenci bulur, amerikadaki sponsor şirketler iş bulur, öğrenci de bu iki şirkete para öder, uçağa atlar gelir başlar çalışmaya. Kaba olarak böyle bir organizasyon. İşler, kalburüstü zekası olan tüm insanoğlunun yapabileceği nitelikte, iş tecrübesi ya da bilgi dağarcığı, dil becerisi gibi ön koşulu olmayan işlerdir. Basit ayak işleri olarak tabir etmek doğru bana göre, internette ve gazetelerdeki başlıklar ise köle , Kunta Kinte işi olarak tabir etmiş. (http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/12138400.asp?gid=229)

Öğrenciye katkıları olarak sıralanabilecek şeyler, farklı bir kültürün içinde yaşama duygusundan öte bir şey değildir. Hiç bir öğrenci, çalıştığı bu işten referans alıp, CV'sine yazmayı düşünmez. Hizmet sektörünün en alt kademesindeki işlerde çalışılır genel olarak. Fabrikada balık temizleme, otelde kat hizmetçisi, bar-lokantalarda bulaşıkçı, eğlence parkında birbirinden gereksiz, eğlencesiz işler. İş tecrübesi sabit ve basit olduğundan, iş dışı hayattan kopardıkların Türkiye'ye dönüşünde elinde kalacaktır. İş dışı hayat ise, etrafı gezip, konserlere gitmek, arkadaşlarında sohbet etmek, film izlemek, kendince eğlenmeye ve vakit geçirmeye çalışmak, ya da Türkiye'ye dönüşünde başlayacağın bir projeye ayak yapmak civarında dolanır (bilmiyorum şimdiye kadar ne kadar iyimser olduğumu farkettiniz mi?). Paraymış diyolar bu programın en büyük katkısı, değil. İngilizce imiş, o belki biraz. Amerikayı gezip görmekmiş, inanıyorum ve tecrübe ile görüyorum ki iş bitişi amerikayı gezmeye vakti, parası ve niyeti olan mutlu azınlıktan biriyim. O da pek sayılmaz yani.

Öğrenciden götürüsü olarak özellikle sıralanacak bir şey yok bence. En kötü tecrübeler bile, ki çok kötülerini yaşadım, hep bir getirisi olan noktaya geleceğine inandığım olaylardır. Gerzek bir işverene sahip olup, sürekli ordan oraya çağırılmak, işe giderken adımlarının geri geri gitmesi, üstelik iş yok bahanesi ile para kazanmamızı engelleme çabaları, işten ayrılma kararı aldığında ise, vizenin iptal edilip sınır dışı edileceğine varan tehditler. Hepsinden bir şekilde sıyrıldım ama stres dolu bir kaç haftam oldu, şu güzel yaz günlerinde. Öğrencinin kendine güveninin azalması olarak belki bir şeyler daha karalanabilir. Eyalette çalıştırılan en az çalışma ücreti ile çalıştığını bilmek, bir tarafta Türkiye'nin en iyi üniversitesinde eğitim görmek, diğer yanda üzerinde çalışan süpervizörün bilgisayar kullanmayı bilmediğini görmek, insana ciddi anlamda güven sarsılması yaşatıyor. Yine okuduğum bazı haberlerden konuşuyorum, bazı öğrenciler sokaklarda uyukluyormuş. Hatta birisi şizofren olmuş, amerikaya geldikten bir ay sonra (http://www.ntvmsnbc.com/id/24986737/) (http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=15&ArticleID=1121901&Date=27.07.2009&b=ABD%20ruyasi%20Work%20and%20Travel%20programinda%20skandal&ver=4802). Komik, inanılmaz geliyor haberler kulağa, bana da manşeti gördüğümde öyle gelmişti, ama Türkiye'nin en güvenilir haber kaynağından okumak böyle bir haberi, ve sürekli bu tarz haberlerle karşılaşmak kafalarda bir soru işareti oluşturmuyor değil. Ve gözlemlediğim kadarıyla söylüyorum (burda zilyonlarca work 'n travel öğrencisi arkadaşım var), öğrenciden en büyük götürüsü, bu güzel yaz gününde yaşanılan kronik mutsuzluk. Tüm öğrencinin başındaki en büyük bela. Seneye asla diyen büyük bir çoğunluk var.

work and travel alaska hakkında tecrübe etmediğim ama çok yakın bir arkadaşımdan aldığım haberlere göre, para kazanmak açısından çok uygun ortamlarda yaşıyormuş, fakat çok çalışmak, çok ağır işlerde çalışmak gibi sıkıntıları varmış. İki haftada 1200 dolarlık paycheck görmüş olup, haftalık konaklama kirası da 30 dolar. Fakat sabah, öğle, akşam burnunun direğinin kırılmasına yol açan, domuz-balık kokusu çekilmez derecede. Çok kötü şartlar, şans ile azınlık denk gelen, üstelik muallak olan biriktirilecek para. Karar sizin.

Organizasyonu yöneten şirketler ise güvenilmez. Her biri beton duvarlar arasında problem dinleyip, sorumluluğu üstlenmeyecek kaçamak cevaplar veren insanlardan oluşuyor. Hiç bir öğrenci üzerine hiç bir yasal sorumluluk almayan, fakat öğrenci başı 1100-1500 arası değişen miktara asla hayır demeyen topluluklar. CIEE, bu şirketlerin amerika ayağı, anlayışsız insanlardan oluşan başka bir topluluk. Öğrenciyi sıkıştırmak, vize iptali ile tehdit etmekten başka hiçbir işlevini görmedim. Şikayet durumunda ise, dosya açıp, ilgilenmemek üzerine master yapmış bir güruh insandan oluşuyor.

Organizasyon sürecinde tecrübe edilmiş bir kaç anı: Amerikaya geliş ile sosyal güvenlik kartının eline ulaşması arasında bir aylık bir süreç var, ve bu süreç içinde işvereni tarafından işinden çıkarılıp, hiç bir yasal hakkı olmadan başka bir eyalete geçmek için 26 saat otobüs yolculuğu yapan bir arkadaşım, çalışma vizesi 1 ekime kadar fakat amerikada bulunma(yaşama) vizesi 1 eylülde sona erdiği için 1 eylülde işten çıkarılan, ve şu anda amerikadan ayrılmadığı için fiilen suç işleyen bir arkadaşım, Türkiye'de garanti edilmiş çalışma saatlerinin altında çalışan, bunun verdiği yasal hakla işten ayrılan, fakat vize iptali yapılacağı söylenip içten içe tehdit edilen bir ben var elimde. Dahası da var, ama o hikayeleri paylaşabilmek için gerekli olan bir adet sağlam mideyi bu yazıyı okuyan herkesten rica edemediğim için yazmıyorum.

Hakkındaki internet haberleri : Son paragrafı ise organizasyon hakkında manşete çıkan internet haberleri oluşturmakta.

http://www.ntvmsnbc.com/id/24986927/

http://www.ntvmsnbc.com/id/24986737/

http://haber.sol.org.tr/ekonomi/work-and-travel-koleligi-haberi-16101

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/12138400.asp?gid=229

http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=15&ArticleID=1121901&Date=27.07.2009&b=ABD%20ruyasi%20Work%20and%20Travel%20programinda%20skandal&ver=4802

Hakkında serisi muhtemelen yarın, Busch Gardens Europe, VA, ile devam edecek,

Murat Mustafa Tunç

Bu yazıyı yazarken media player'ımda dönen 14 şarkı
My hero - Foo Fighters
Privilege - Incubus
Heartbreaker - Led Zeppelin
Deprem - Malt
My Istanbul - Mizan
Bulls on Parade - Rage Against the Machine
Ağlama - Pinhani
Deminki Parça - Quartet Muartet
Blue Angel - Squirrel Nut Zippers
Come Together - The Beatles
Across the Universe - The Beatles
Yellow Submarine - The Beatles
Kafam Seninle Güzel - Zardanadam
Gel - Gren

2 Eylül 2009 Çarşamba

amerika hakkında

Hakkında Serisi 1
Söylemek istediğim, içimde çok cümle birikmiş birkaç şey var. Bunları paylaşmayı düşündüğümde hemen ilk aklıma gelen de amerika oldu. 11 buçuk haftayı devirdim bu ülkede, birkaç söz söylemek lazım gelir artık.

  • İnsanlarının birçoğu sempatik. Çok konuşkan, sıcak ve samimi insanlar. En basit hislerini bile doyasıya yaşıyorlar. Bunun sebeplerinden birisi diye tahmin ettiğim, Amerikada yaygın olan bir kural var, 5-10 kuralı. İki insan birbirini tanımasa bile, 10 feet'te (3 metre yakınlıkta) göz teması kurup, 5 feet'te(1.5 metre) konuşmak durumunda. Bunu zorunluluktan yapmıyorlar, alışmışlıktan yapıyorlar. Soğuk buzdan duvarlar içerisinde değil de, dışarıya ilişkiye ve etkileşime açık bir şekilde yaşıyorlar. Fakat duydum ki, bu durum New York'ta geçerli değil. New York'ta selam verdiğin adam, sana şüphe ile bakıyor , karşılık vermiyor, diyorlar. Ne kadar doğru bilmiyorum, 8 gün sonra New York'ta olacağım. O zaman daha net fikrim olur. Eklemek istediğim son şey, insanlarının çok önyargılı oluşu. Beyaz-siyah kavgası hala var. Ortadoğulu Müslümanlara dair akıl almaz bir aşağılanmış figür koymuşlar kafalarına, onu sayıklıyorlar sürekli. Oteldeki müşterilerden birisi benim Müslüman olduğumu öğrendikten sonra " Niye birisi bir şey çaldığında, elini kesiyorsunuz" diye sorması, vs.
  • İklimi güneşsiz bir iklim. Ebru buraya gelmeden önce, Latin Amerikalı birisinin rengindeydi, insanlar onunla İngilizce anlaşamayınca, İspanyolca konuşuyorlardı. Haziranın başında böyle birisinin Eylül'de nasıl açık bir renge sahip olduğunu görmek beni hala şaşırtıyor. Türkiye'de böyle alışmamıştık, güneşsiz gün pek yoktur. Amerikanın iklimi ise bulutsuz güne sahip değil. Memlekete güzel yağmur yağıyor ama, deyinmeden geçmeyelim.
  • Amerika insanının günlük hayatları sabahın çok erken saatlerinde başlamakta. Saat 9da işe başlıyorum, şu ana kadar 9da çaldığım odaların hiçbiri şimdi uyuyorum sonra gel demedi. Türkiye'de tatilde 8de, 9da kalkmak biraz ayıp, kim ne derse desin. İnsanlar, dinlenmek ile uykuyu fazla kaçırmak arasındaki farkı algılamış durumda burda. Ama gelin görün ki, gece saat 10dan sonra sokakların boşalması, barların 12den sonra insan alımını durdurup, 1de kapanması, yine Türkiye'deki tatil mekanlarından sonra çok ters geldi bana. Tekrarlıyorum, amerika içinde çok popüler bir tatil mekanında, 3mil kumsalı olan bir yerde yaşıyorum. Yine de geceleri suskun ve tekin olmayan bir yere dönüşüyor amerika.
  • Ekonomisi çok kötü durumda şu aralar. Geçen sene iki işi olan, üçüncü iş teklifleri alan work 'n travel öğrencileri söylüyor, "bu sene çok durgun piyasa". Virginia eyaleti, yaşadığım eyalet, geçen sene CIA tarafından amerikanın en güvenli eyaleti seçilmiş. Halbuki, benim başıma gelen 2 hırsızlık vakası var, Ebru'nun odasına giren ve cüzdanından 10 dolar çalan, oda arkadaşlarının çantalarını araklayan yine aynı hırsız. Aldığı ilk gün bisikletini çaldıran insanlar, vs. Ben ki, çok küçük bir kısmını işgal ediyorum bu ülkenin, benim başıma bu kadar olaylar gelmişse, god bless amerika. New York'ta 2 milyon insanın evsiz olduğunu ve bu büyük problem için evsizler departmanı ( Department of Homeless Services) mevcut bulunduğunu biliyor muydunuz? Bu yazıya eklediğim iki görsel de bu çelişkiyi ifade ediyor, büyük umutlar ve amerikan dream mı, yoksa evsiz yoksulluk mu?
  • Müziği ölmüş bitmiş. Çok dinliyorum burda radyo kanallarını, müzikal aktiviteleri. Müzik bu adamlar için akşam yemeği gibi bir şey. Müziksiz bir cadde bulamazsınız, sokaklarda hoparlör var, caz müzik yayını yapıyor belediye. Her gün konser veren zilyonlarca ismi bilinmedik müzik toplulukları var. Fakat yeni, etkin bir müzik yok artık. "Oldies" almış başını gidiyor. Günde 6 saat dinliyorum müzik kanallarını, özellikle rock kanalı dinliyorum (ninety-nine rocks), beş şarkıdan dördü 90 öncesi şarkılar, lynyrd skynyrd, beatles, aerosmith, bon jovi, guns n roses. Sürekli aynı döngü. Yeni dönem rockçılardan Jason Mraz (düşün artık popçu adam) ve Foo Fighters çalıyor, ötesi yok. Sokak müzisyenleri de sıkıcı olabiliyor. Müzikleri yeniliği kaldıramayacak kadar kalıplaşmış. Eski grupların yeniden toplanması modası, en büyük yenilik müzik piyasasında (stone temple pilots turnesi aşağı, stp turnesi yukarı).
  • Kültürünü ikiye ayırmak lazım. Soluk benizli kültürü, Afrikan Amerikalı kültürü. Siyah-beyaz diye başlıklandırmak istemedim, çünkü çok farklı boyutlara çekilmiş durumda o tartışma. Siyah insanların ezilmekte olduğu, aslında bir bakıma yenilmiş bir kültürün sonucu. Soluk benizli kültürü çok baskın durumda, yenilmiş Afrikan Amerikalı kültürünün bu duruma tepkisi iki yönlü, öykünmek veya inatlaşmak. İnatlaşan insanlar ağzında beyazların ırkçı faşistlik yaptığı söylevi sakız gibi, bir oraya bir buraya alınmakta. Öykünenler de, kendi renktaşlarına "nigger" demekte. Soluk benizli kültürünün galibiyetini anlamak için, temizliklerinden ve ekonomilerinden örnek vermek lazım; temizliklerine önem veren insanlar. Oda hizmetleri departmanında çalışıyorum, benden oda temizliği istendiğinde hep elime tutuşturulan bahşiş ve birkaç talimat üzeri teşekkürden çıkardığım sonuç, saygıdeğer bir temizlik anlayışlarının olduğu, ve bu anlayışlarını devam ettirmek için ceplerini boşaltmaktan çekinmedikleri. Afrikan Amerikalılar ise, daha sağlıksız bu konuda. Afrikan Amerikalıların temizliklerine bakarak, içlerinde bir çingene barındırdıklarından bahsetmek mümkün. Çingene kültürüne laf atmak istemiyorum, sadece ağızlarda dolanan manada kullandım çingene kelimesini, temizliğine önem vermeyen insan anlamında. Afrikan Amerikalıların gördüğü zulme de bakışım, "müstahak bu insanlar" söylevini içermiyor. Sadece birkaç gözlem ilettim.
  • Amerikanın farklı tanıtıldığını yaşamadan öğrenmek zor olsa da, bu yazı ile amerikayı tanımaya başlayan bilgi dağarcığımı paylaşayım istedim.

Hakkında serisinin yenisi work 'n travel organizasyonu ile ilgili olacak muhtemelen,

Sevgiler herkese,

Murat Mustafa Tunç

Bu yazıyı yazarken media player'ımda dönen 12 şarkı
That Smell - Lynyrd Skynyrd
I'm Yours - Jason Mraz
Quotes - Dredg
Paranoya - Duman
Gidersen - Jehan Barbur
Still of the Night - Whitesnake
Arjantin - Yasemin Mori
Would - Alice in Chains (unplugged version)
Preaching The End of the World - Chris Cornell
İstanblues - Bulutsuzluk Özlemi
Fake Tales of San Francisco - Arctic Monkeys
Lazy - Deep Purple