29 Haziran 2010 Salı

denizli rutinleri

Bu başlıkta Denizli'deki rutinlerimi tartışıyorum :

1 ) Hala ile balık rakı : Biz İstanbul'da okuyan yeğenler olarak (Ebru ve ben), halamın daveti üzerine her Denizli ziyaretinde yaparız bunu. Bir alabalık lokanta bulunur (bi' öncekinden memnun kalmayan dörtlü (bize her seferinde eşlik eden Kasım da vardır), her seferinde yeni bir lokantaya adım atar). Açılır bi' büyük, önce kendi geleceğimizi kurtarırız, sonra Türkiye'yi. Belki maç izlenir o esnada. Gecenin sonunda da konuşmalarla birlikte dağılırız. Rutinlerin içinde ayrı bir yeri vardır.

2 ) Hamam : Bu geleneği amcaoğlu ile başlattım. Çok methini duyduğu bir hamamı önerdi bana. Ben tabi gencim o zamanlar (iki yıl oldu, olmadı). Dedim tamam, kesin gidelim. Çok çılgın, böyle güzel arabalı, genç kızlı (kız güzel değildir, güzel gibidir. omzu açık elbisesi vardır üzerinde çünkü) falan filmlerdeki gibi yörenin çok saygı duyulan ve yaşlılarca gidilen (benim durumumda bu hamam oluyor) bir yere gidip "vuhu, nasıl da şaşırdınız değil mi bizim gibi gençleri x'te (hamamda) görünce !!! Biraz önce içtik biz. Şu arkadaşın babasının arabasıyla geldik, üstelik babasının haberi yok !!! Bune ne diyorsunuz ha, aklınızı mı aldık?" diycez zannediyorum ben. Saunadan çıkıp havuza girerken (all-in-one hamam bizimki) peştamalı düşürmemek için girilen telaş bağımlılık yapıyormuş meğersem. Gerçi rutinler içinde en bir kaytarılanıdır bu (şu ana kadar 2 kere yapıldığı için rutin bile sayılmayabilir).

3 ) Yolda sürekli birisiyle karşılaşmak, sohbet falan derken gideceğin yere geç kalmak: "Allah kahretsin çok arkadaşım var memleketimde" deyip hava atmaya niyetli değilim. Fakat bu oluyor niyeyse. Göz doktoruna gideceğim bugün. Şöyle bir hesap yaptım : "Yürümek 15 dakika. Yolda arkadaş görüp 10 dakika da oyalansam..." diye devam ediyor. Küçük şehir tamam. Çok fazla akrabam var, o da tamam. Ama her biriyle sohbet edip, gideceğin yere geç kalıyorum ve buna bir tamam'ım yok. Edilen 5er dakikalık sohbet şu başlıkları içeriyor genelde "Ee, nerdesin şimdi? Gelmiyorsun pek buralara. Gelmezsin tabi, okulun güzel yerde ( eşittir İstanbul'a hiç gelmedim, Sabancı nerde bilmiyorum) . Eheheh, unuttun bizi olm, arayıp sormuyosun hiç. Tamam gitmeden kesin görüşelim."

4 ) Alışverişe gitmek : Ucuz memleket vesselam. Bir de dededen ve babaanneden gelen bir miktar cep harçlığı alışmadığı yerde durmuyor tabi, çıkmak dolaşmak, haykırmak istiyor. Bu başlık kısa bitti. Neyse, nasip.

Şimdilik bu kadar. Aklıma geldikçe yazarım dahasını.

24 Haziran 2010 Perşembe

Film hakkında.2 - "Güneşi Gördüm"





Güneşi Gördüm
filmi hakkında bir yazı olacak bu. Spoyler ve inci'ciler için özet içerir.

Film hakkında söylemek istediklerimi başlıklar halinde toplayayım da, okuması kolay olsun :

1- Süte dökülen kan (süte boyanmış kırmızılık), sütü dökme sahnesi ve gay adamın ilişkisini yüzümüze vurup, sonra hiç sanki öyle bir şeyden bahsetmemiş gibi film bittiğinde, aniden "Kardelen"den bahsetmek da neyin nesi ! Kardelen figürünü algılayamadığımdan değil bu sitemim, Mahsun'un sağ gösterip, ne sağ, ne sol, hiç bir şekilde vurmamasındandır. Sanki süt üzerindeki kırmızılık ile gaylerin çektiği zulmü çok güzel anlatacakmış gibi oynatmış filmi, sonra küt diye bitirmiş, olmamış, cevab verememiş.
2- Kardeş katli vurgusunu biraz açalım filmdeki. Birbirini öldüren kardeşler dolayısıyla ağlayan ana ve perişan olan baba yüreği filmin ana temasıydı. Filmin başında kendi kardeşi ile çatışmada karşı karşıya gelen Berat ve Serhat kardeşler (PKK'lı Serhat ölüyor), ardından kendi erkek kardeşini cehaletten öldüren kızlar, en sonda da gay kardeşini öldüren Maho filmin en trajik sahnelerini oluşturdular. Şimdi bunları filmin mesajına bağlamak gerekirse, cehalet ve ana-baba uğruna (ben sizin için savaştım vurgusu önemli burda, daha da önemli olan bu vurgunun her iki tarafta da olmasıydı (PKK ve TSK) ) sürdürülen dava 25 yıldır kan dökülmesine sebep oluyor denmiş özetle. Filmdeki eksik ise savaşa, zulme, "Yeter artık, kardeşler birbirini öldürmesin"e vurgu var, ama çözüme dair bir öneri yok. Analar çözecek davayı dedi bir yanda, ama nasıl çözer analar söylenmemiş. Üstelik filmdeki çirkin bir gönderme de şudur : Gay kardeşini (yani normal olmayanı, başka değişle diğerini) öldüren erkek kardeşi (yani normal olan, olması gereken (!) ) "Ben sana demiştim, beni dinlemedin" diyor, duygulanıyor, ağlıyor. Burdaki mesaj şunu söylüyor : PKK'nın (teröristin, yani diğer kısmın) uyarıldığı, fakat TSK'nın teröristleri öldürmesinin gerektiği, üstelik bunun tüm uyarılara, dayaklara ve içindeki "kardeş" sevgisine rağmen kaçınılmaz olduğu , gerekçe olarak da "Biz size demiştik dağdan inin diye" denmesidir.
3- Filmin en önemlisi kısmı bence, filmin ismi ve Kardelen figürüydü. Güneşi (başka bir deyişle aşık olduğu şeyi) gören kardelen çiçeği son bir kez ona bakıp ölürmüş, filmde anlatılan şekliyle açıklamak gerekirse."Güneşi görmek" yani tüm hedefine, arzusuna, aşkına ulaşmak ve bu uğurda ölmek yüceltilen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. "Güneşi görünce ölmek" eşittir başarmak, nihai hedefine varmak olarak anlatılmış. Tabii, filmin konusunu da işin içine katınca, "Güneşi görünce ölmek", güneydoğudaki savaşı ( terörü ) sonlandırmak adına savaşmak, tam başarırken ölmek anlamına geliyor. Mesaj ise açık : Terörden kurtulmak için ölmek zaruridir. Bu normal, hatta gerekli bir olgudur. Böylece aşkına, arzuna, hedefine kavuşmuş olursun. "Savaş bitsin artık, kurşun sıkılmasın, insanlar ölmesin" yerine, daha karamsar bir şekilde, "Bu savaş elbet bitecek, fakat iki taraf da "aşkları" (bu aşkların ne olduğunu başka bir zamana bırakalım) uğruna ölmeye (ve öldürmeye ) devam edecekler. Sonucunda da bir taraf kazanacak. Fakat kazanan taraf, onca askeri ve ekonomik kaybın bir sonucu olarak, ölmek (yok olmak) üzereyken güneşi görecek (amacına ulaşacak)" denmiş filmde.
4- Mahsun Kırmızıgül'ün hem yönetip, hem oynaması nasıl bir durumdur, birisi açıklasın lütfen bana. Ciddiyim bak, sitem etmiyorum, kıskanmıyorum da, ama "Mahsun kamera karşısında koşarken kameranın en ortasında olduğunu falan nasıl ayarlıyor? " anlamak istediğimden sordum. Film eleştirmeni falan değilim, meraklıyım sadece. Bu işin bir yardımcı (yedek) yönetmeni illa ki vardır gibi, hatta olmalı bence.
5- Fakir edebiyatı ve görüntünün sürekli bir aç-kapa (artema) modunda olması can sıkan noktalardı film boyunca.

Özet : Gerçekten vasat ve (birbirinden alakasız sahneleriyle) sıkıcı bir filmdi. Filmi oldukça başarısız buldum. Sıkıcı ve vasat olduğunu varsayıp, ona göre izleyin.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Film hakkında.1 - "Babel"

Babel filmini izledim geçen gün. "21 grams" filminin de yönetmeni olan Alejandro Gonzalez İnarritu'nun çektiği, 2007 en iyi film oscar'ını kıl payı kaçırmış bu film ile ilgili etkilendiklerimi ve düşündüklerimi yazmaya niyetlenip, böyle bir yazı oluşturdum. Ekşi sözlük'te de bu yazının bir kopyasını bulabilirsiniz. Filmi izlemeyenler için spoyler niteliğinde olan bu yazıya devam etme isteğinizi tekrar bir yoklayın derim (izlemeyenlere derim tabii ki de, izleyenler çekirdeklerini çitleyip okusun).

Filmde üçlü hikaye anlatılıyor. İlk hikaye Babil'de başlıyor, bir turist otobüsünün yeni yetme Fas'lı bir çocuk tarafından atış poligonu deneme tahtası olarak kullanılmasıyla başlıyor. Muhtemelen asma bahçelerine gidiyor turist kafilesi. Kafilenin içinde evli Amerikalı bir çift var, çocuklarını bakıcıya bırakmışlar, akılları sürekli onlarda. Diğer hikaye voleybol oynayan 15-20 yaşlarında bir Japon kızın hikayesi. Kız sağır. İlk cinsel deneyimini güçlü duygularla arıyor, genel olarak hikaye Japonya'ya döndüğünde kızın cinsel deneyim arayışından bahsediliyor. Üçüncü hikaye de Babil'deki ailenin San Diego'da bıraktıkları çocuklarının hikayesi. Bakıcının oğlunun düğünü için Meksika'ya gidiyorlar. Bu üçünün birbiri ile bağlantılı hikayeler olduğunu sezinliyor, ve heyecanla neler olacağını, yönetmenin izleyenlere neler anlatacağını bekliyor insan ilk 45 dakikada.

Sonra olaylar gelişiyor, turist kafilesini deneme tahtası olarak gören Fas'lı çocuk, çocukların annesini vuruyor. Zorunluluklardan dolayı anneyi bir köye getiriyorlar, o köyde veteriner tarafından muayene ediliyor ve temizlemek için çakmakla ısıtılmış bir iğne ile dikiş atılıyor omzuna. Politik sebeplerden dolayı uzunca bir süreden sonra ancak hastaneye götürülüyor, bu süre boyunca altına işemek durumunda kalıyor, kısaca oldukça kötü koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Japonya'daki hikayede kız iç çamaşırını çıkarmış bir şekilde geziyor, en sonunda evine gelen polisi çağırıp onunla ilişkiye giriyor. Meksika'ya giden çocukların hikayesi ise, düğün sonrası içmiş bir şekilde çocukları arabayla evlerine bırakmaya niyetlenen yeğenin boşboğazlığı yüzünden polislerden kaçıp, çölün ortasına bırakılmaları hikayesi kısaca. Daha sonra bakıcıları sınır dışı edilen çocuklar, çölün ortasında aç-susuz, acıyla boyanmış bir halde bulunuyorlar. Hikayeler 2 çocuklu ailenin etrafında toplanıyor. Japonya'daki kızın babası, anneyi vuran silahı Fas'taki turist rehberine bırakıyor, polisler de babayı bu yüzden arıyorlar.

Kendi çıkarımlarıma dayanarak söylüyorum, yönetmenin verdiği iki mesaj ise şunlar :

1 - "Tüm insanlar acı çekiyor, gerek üçüncü dünya ülkesinde yaşayan insanlar, gerekse dünyanın ekonomik olarak ilk iki sırasına yerleşmiş ülkelerinde (Amerika ve Japonya), refah ve zenginlik içinde yaşayan insanlar, hepsi acı çekiyorlar." Bu mesajı, Japonya'da yaşayan zengin aile üzerinden şöyle veriyor, ailenin annesi başına kurşun sıkarak intihar ediyor. Kızları sağır. Babası eve geç geliyor, kızı ile ilgilenemiyor, kız çok yalnız büyüyor, dolayısıyla cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için her türlü içki-hap-uyuşturucu üçlüsüne başvuruyor. Babaları hala annenin ölmüş olduğunu kaldıramıyor, vay anam daha bilimum büyük acıları (!) var ailenin. Amerikalı aile üzerinden ise şöyle anlatılıyor bu mesaj : Aile gezmek için turistik gezi yapıyor, ama başıboş bir kurşun yüzünden anne kolunun kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Çocuklar, çölün ortasında aç-susuz saatlerce maruz kalıyorlar. Meksika ve Fas'taki insanların acılarını zaten anlatmaya gerek yok. Onların evlerinin, ailelerinin, köylerinin konumu ve durumu içler acısı zaten, en yakın hastahaneleri 4 saat uzaklıkta, yaptıkları düğünler içler acısı, üstelik potansiyel şüpheli olarak görülüyorlar sınır kapılarında.

Bu mesajı ben biraz yorumlayarak, şöyle sonlandırdım, "... ve zenginlik içinde yaşayan insanlar, hepsi acı çekiyorlar. Fakat refah içinde yaşayanlar acılarından şu ya da bu şekilde sıyrılabiliyorlar, diğerleri ise bu acının bedellerini ağır bir şekilde ödüyor." Fas'lı aile, bir oğlunu kaybediyor, diğer oğulları da hapislerde sürünüyor. Meksika'lı ailede ise, yeğen polis tarafından aranıyor, bakıcı ise 16 yılın ardından sınır dışı ediliyor. İki aile de uzunca yıllar yaşadıkları hayatın yok olmasını izliyor bu acılar sonrasında. Amerikalılarda ise durum şöyle; anne hastahanede yoğun bakım ardından iyileşiyor, çocukları çölde bulunuyor ve hayatlarına olduğu gibi devam ediyorlar. Japonlar ise, kız ve babanın birbirine sarılması ile mutlu mesut devam ediyorlar hayatlarına. Benim filmden çıkardığım şudur : "Her aile acı çekiyor, ama refah ve ekonomik anlamda düşük seviyedekiler bu acıların bedelini ödüyorlar."

2 - Yönetmenin verdiği ikinci mesaj ise şu, "Amerikalılar, ülke dışına çıktıkları anda mutsuz ve korumasız kalıyorlar. Amerikalı olmayan, cahil ve (sözde) vahşi insanların sorumsuzluklarının cezasını çekiyorlar." Hem çocukların, sarhoş şoför yüzünden çölde çektiği acı, hem annenin sorumsuz bir çocuk tarafından omzundan vurulması beni bu düşünceye itti. Bu mesajın altında yatanlar ise daha ilgi çekici bana kalırsa. Öncelikle, iki acının da niyetlenmeden olduğunu söylemek mümkün. Sarhoş yeğen arabayı kullandığında, "Sınırda polisten kaçsam da şu çocuklar acı çekse" diye bir düşünceye sahip değil. Fas'lı çocuk da, "Şu arabayı vursam da içindeki anne, kolunun kesilmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalsa" diye düşünmüyor. Niyetlenmeden, fakat kaçınılmaz olarak Amerikalılara acı çektiriyorlar. İnsanın aklına şu fikri sokuyor : "Niyetlenseler zaten büyük acılar çekiliyor, 12 eylül saldırısı gibi. Niyetlenmediklerinde ise yine acı çekiyoruz biz Amerikalılar, iyisi mi biz Amerikalılar, Amerikalı olmayan insanlara dair kuşkulu, şüpheci ve korumacı tavrımızı sürdürelim." Bunun da ötesinde şöyle bir alt metin veriliyor filmde : "Biz Amerikalı'ların, Amerika dışındaki egzotik ve keşfedilmemişe dair olan gezme ve keşfetme isteğimiz (Babil ve Meksika) hep kötü sonuçlanıyor. İyisi mi bundan sonra egzotik ve keşfedilmemişe dair isteğimizi durduralım, Amerika neyimize yetmiyor, mutlu mesut yaşarız."

Ayrıca filmdeki üçlü hikayedeki bağlantıyı sürekli olarak Japon kızın cinsellik arzuları ile soğuklaştırmanın manasını da çözemedim, filmin en büyük kopuş noktaları Japonya'da oldu hep.

Filmi çok beğendim, fakat mesajlarını ve alt metinlerini çok absürt buldum. Paylaşayım istedim. Şu aralar çok film izliyorum, belki film hakkında serisine devam ederim.

20 Haziran 2010 Pazar

argın

Tatilin iki tanımı var, dinlenmek (kafa dinlemek) ve stres atmak (rahatlamak). İlkini çok başarabildiğimi söyleyemiyorum. Yüzme eylemi lahmacun yemek gibi, akşamında çıkıyor acısı.

Akşam yemeği suları. Masa yemeğini bitirmiş, üçüncü köprünün iki katlı olmasına dair hararetli bir tartışma içerisinde. Yan tarafta Altınkum'un en işlek insan caddesinde görülen garip bir tablo sohbete ara veriyor. Bir adam, üzerinde yıkanmaktan grileşmiş bir t-shirt var. Önünde dört ayağı üzerinde yürüyen beyaz bir hayvan var. Garip şemayı çiziyorum, grileşmiş t-shirt'ün arkasında "... Kebap - 0256 xxx xx xx " yazıyor. Önünde yürüyen beyaz hayvan da kuzu, muhtemelen birlikte lokantaya doğru gidiyorlar. Lokantada dönen bir "Usta, benim kuzu porsiyon nerde kaldı", "Hemen geliyor abi" muhabbetini gördüm bugün (literally).

Altınkum ilginç bir kozmopolite sahip: bir yanda Türkü Bar'lar, diğer yanda "Little Britain" temalı cafe-lokantalar, apaçi müzik sponsorluğunda tekneler, az ileride Medusa, Medusa'nın önünde develere binilen patika yollar, her sene amatör müzik piyasasının kaliteli rock gruplarının program yaptığı (iki yıl önce Repertuar Köpekleri, geçen yıl Umut Kaya) Ali Bar, vs. Çabaları turizm açısından alkışa değer bence.

How I Met Your Mother'da, Jennifer Lopez'in oynadığı bölümde (CNBC-e çevirilerini başarısız buluyorum) adı geçen "Üstelik Türk kahvesi bile getirdim" lafı ile seyircilere oynamış bence. Senaristler dizinin Amerika dışında en çok izlenme oranının Türkiye'de olduğunu bildiği için biraz gurur okşamış gibi. İzlemediğim bölümlerden birisinde lokuma gönderme bekliyorum.

18 Haziran 2010 Cuma

sansür

Oda anahtarımı teslim ettiğim andan beridir taşıdığım yüklerin hesabını tutsaydım, galiba halter milli takımına seçmelere katılmadan girebilirdim (sağ omzum konuştu biraz önce).

NTV Spor'da günün özetini izlerken sıra NBA finaline geldi, heyecanla koltuğun arkasına yaslandım, dirseğimi yastığa dayadım. Kadın bir "al dedi, git dedi" metronomunda, hatta abartayım "Ceza - Holocaust" hızında sundu maçı. Sundu dediğim de özetini okudu, arkada bir 4. periyottan, bir ilk dakikadan görüntülerle çorba gibi bir özet izledik. Sonraki haber, final maçına gelen ünlüler ile ilgiliydi, Red Hot Chili Peppers'in solisti ve Flea, Christina Aguilera, Leonardo Di Caprio, Lakers Kızları ile ilgili maç özetinin 2 katı uzunluğunda bir haber yaptıktan sonra yayını bitirdiler. NTV Magazine'le karıştırdılar bence yayını, özeti bir de NTV Magazine'de izleyeyim ben en iyisi.

Akbük'teki 24. saatimi doldurmadan, ikinci araba yolda durup bana yol sordu. İlkinde sağlık ocağını sordular, ikincisi "Where is Akbük Market" dedi, ama öyle bir market dedi ki (markıt falan değil, baya r'ye vurgu yaparak market dedi, zaten esmer kavruk bi' adamdı soran) adamın yabancı olduğunu değil, beni yabancı olarak hayal edip öyle davrandığını düşünüyorum. Dedemin "Yakında her yeri İngiliz, Fransız'lara satacaklar" dediği yakın gelmiş bu arada.

Dünya kupasında İsviçre yenince biz de yenmiş sayıldık. Ayrıca sahada Türk hakemin olduğu maça bile razıyım (dördüncü hakem bile olabilir), o derece Türk arıyor gözüm maçlar sırasında. Irkçı değilim, sadece uluslararası şampiyonalara Türklerin renk kattığını düşünüyorum. 2-0'dan son 15 dakkada maç dönmeyecekse veya 119'da yenilen golün karşılığı 121'de olmayacaksa, öpmüşüm öyle turnuvayı.

Tatildeyim. İnternette daha az vakit geçireceğim şu 10 günlük süre içinde, keza hiç bir yere giremiyorum (Binali Yıldırım feat. kota sansürü). Merak ederseniz, bi' alo deyin.

15 Haziran 2010 Salı

sonisphere bileti

Haydan gelen huya gidiyor arkadaş, bugün bunu gördüm. Elimde bir adet 26 haziran - saha içi bileti var, gitmeyeceğim konsere, 50 TL demişim fiyatına da (çaktırmadan blogda reklam yapmak), amma lakin ki satamıyorum. En sonunda, "sende kaç var, tamam ver onu ver, al şunu hayrını gör" diyeceğim, adam sahte herhalde deyip yine almayacak.

Sonisphere bileti kazandım SUşenlikten. Olay şöyle gelişti, Haluk "olm, bu benim son şenliğim" tribinde en uzak köşedeki standa bakıp, "5 yıldır şenlikten hiç bir şey kazanmadım, gel şuna gidip şansımızı deneyelim" dedi. Gittik standa, "Bu ne oluyor" dedik. Soru sorup cevabını verene Sonisphere bileti veriyorlarmış. Haluk'a Metallica'nın 4 üyesini sordular, çat diye bildi adam. Çarkı çevirdi, gelmesi gereken yere gelmedi, bir daha çevirttiler çarkı, bu sefer durması gereken yerde durdu ve bileti verdiler. Sıra bana geldi, Metallica'nın "Grammy" ödülü almış albümünü sordular. "St. Anger" dedim, MTV Icon ödülleri zamanında çıkmıştı albüm, karıştırmışım ben de ödülleri. Adam bana baktı, bilete baktı, "İpucu veriyorum, en ünlü albümleri" dedi. Haluk karşıdan "Justice abi, kesin justice" dedi, ben "En ünlü albümleri Black'tir ama Justice de olabilir" dedim. Şöyle bir diyalog oldu ondan sonra :

-Üçünden birisi doğru hangisi karar ver.
-Justice'miş, justice mi? Justice diyorum ben.
-...
-Black albümü de olabilir.
-Bildiniz, black albümü ile kazanmışları o ödülü. Bizden Sonisphere'e bilet kazanmak için son adımdasınız.

Çarkı çevirtti bana, çevirdim gelmedi, "Çevir hadi, bi daha" dedi, çevirdim geldi bu sefer, "Son adımı da başarıyla tamamladınız, tebrik ediyorum sizi !! " dedi, bilet tutuşturdu elime.

Bu kadar ısrarla vermek istedikleri bileti elime aldığımda sevinmiştim, sanki çok zor bulunan bir şeymiş gibi. Şimdi de ben ısrarla satmak istiyorum bileti, turkrock, sahibinden.com, garaj, sonisphere facebook sayfası gibi bilimum yerlerde satılıkta uğursuz bilet.

Almazsanız almayın lan. Ama ucuz baya, piyasa fiyatının yarı fiyatına, bir telefon kadar da yakınınızda üstelik.

13 Haziran 2010 Pazar

Dağ havası

Dün gece, saat 10 sularında sahneye çıktığımız platform baya yüksekti. "Genel olarak sahne platformlarının yüksek olduğunu biliyoruz" diyenler için ek açıklama: Spil Dağı'nda Neşeli Günler Kumpanyası olarak 1500 metrede konser verdik.

En başına döneyim hikayenin. 12 haziranın final döneminin son ve sınavsız günü olduğuna dair sevincim, o günün sabahı sınavım olduğunu öğrendiğim ana kadar tıkırında ilerlemişti. Sabah Opera (bu dersin adı blog sayfamda en çok adı geçen kelime oldu bence) sınavına girip, 12.50'deki Pegasus uçağıyla İzmir'e, ardından Manisa'ya gittim. Saat 3.40'ta Spil Dağı'na vardığımızda ilk iş, sucuk ekmek-bira yemek oldu (bira bedava, bedava ya). Ders-sunum-quiz-midterm koşuşturmacasının bir değişik versiyonunu yaşadığım için, ne yol boyunca, ne de güzelim dağ havasında, çimlerin üzerinde bir gölgede bira yudumlarken "Bittiieee...!!!bir!!11" veya "Sınav hakkım doldu, sına.. DOLDO" şeklinde bir hisse kapıldım.

Ardından şenlik eğlencesi adına yapılan ve "lise nevruz kutlamaları" tadındaki geleneksel (hatta Orta Asyadaki Türklerden bu yana) olduğu varsayılan birkaç oyuna atladık. Kendileri, "Çuvalla zıplama" ve "Kayak yürüyüşü" olur. Halata da katılacaktık ama Haluk'u böcek ısırdı (bu işin bahanesi olabilir, belimizi halat çekme oyunundan daha çok seviyoruz). Saat akşam vakitlerini gösterdiğinde ise asıl mecramız olan sahnedeydik. Performansımızı beklenenin üzerinde buldum, coşmaya ve eğlenmeye gelmiş bir grup insana gereğinden fazla enerji yarattık. Bis olarak 5 şarkı çaldık, daha da istediler (gerçi arka tarafta biz çalarken yanındakiyle konuşan bi' ekibe rastladık, "Ele Güne Karşı" istedi onlar). Sahneden zar zor inebildik.

Ailem (babannem, dedem, halam dahil) Ege bölgesindeki konserlerimi kaçırmamak üzerine yemin etmişler bence. Dağ bayır dinlemeyip geldiler konsere, meyve-börek ve kekten oluşan 4 poşet yemekle. Öte yandan, 7 ay boyunca kendisiyle bir tek dağa gitmek için uçağa binme eylemini yapmamış olduğum B. da geldi konsere (ne de güzel etti). "to do" listesini tamamlamaya doğru adım adım ilerliyoruz.

Duygusallığın dibine vurmak (biraz da Haluk'laşmak) gerekirse, Elif, Bahar, Haluk, Utku, Armağan, Nazlı, Onur, Yankı ve bendenizden oluşan ekibin verdiği muhtemelen son konserdi. Bu şahane ekiple sadece "feribot sırası beklerken sohbet etmek" maksadıyla Bursa'ya bile giderim ben (feribotla gidilen başka yer bilmiyorum zira). Bye bye hepiniz, bye bye lonlinıs.

The way Hangar moves

Hangar provası var KoroSU ile. Sene bu sene, ama tam vaktini bilmiyorum. Ara verip Crax almaya gidip, olmadığını görünce hangara geri geldim. "Abi kırak yoks" dedim.

Bu hikayeyi başkasına anlatırken de, "İşte, ondan sonra alamadım Crax'ı, provaya döndüm ve "abi kırak yoks" diyeceğime "abi kırak.. bi saniye yanlış oldu"" dedim. Güzel hikaye anlattığını bilen insan biraz heyecanlı oluyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

rüya

Dün gece, alışmadığım bir yatakta olduğumdan dolayı mıdır bilmem, çok garip bir rüya gördüm. Gazete okuyorum ve tüm gazetelerde "İsrail - Türkiye arasındaki soğukluk savaşa doğru ilerliyor. Çok küçük bir kıvılcım savaşı başlatabilir ! " yazıyor. Sonra beni kaçırıyor birileri (bilmiyorum İslamcılar mı, Masonlar mı), beni eğitiyorlar. Ben hissediyorum yavaştan o kıvılcımı ben yaratıcam diye, ama hiç de gocunmuyorum ha, savaş kötüdür beni bencil oyunlarınıza alet edemeyeceksiniz demiyorum (belki ailemi öldürmekle tehdit etmişlerdir, o kısmı görmedim). En son sahnede, karşımda boğaz köprüsü var (birinci köprü mü, ikinci köprü mü emin değilim). Ben köprüyü karaya bağlayan büyük, ayı gibi halatların ikisini (benim bulunduğum yakada olanları) çözüyorum. Çözmek de şöyle, ayakkabı bağcığını kendine doğru çekersin o gevşer ya, aynen öyle (artık nasıl bir eğitimden geçtiysem). Halatları kendime doğru çekip gevşetip çözdükten sonra, köprüdeki tüm arabalar denize düşüyor. Deniz dalgalanıyor ve halka halka sağa ve sola savruluyor (bu görüntü çok net kafamda). Rüya gazete manşeti ile bitiyor, "Türkiye İsrail'e savaş açtı". Sonra uyanıyorum, bakıyorum yorganım üzerimde değil.

Savaşla ilgili Çetin Altan'ın çok güzel bir deyişi var : "Devletler insaniyet veya maneviyat üzerine savaş açmazlar. Savaş eğer kârlıysa yapılır."