29 Temmuz 2010 Perşembe

müzigis

Tuzla'daki konser hakkında birkaç anı anlatayım diyorum.

- Konsere giderken Elif'in yanlış yola girmesiyle birlikte uzayan yol maceramız, otoyolun yanındaki elektronik billboard'larda boy boy gösterilen konser afişimizde kendimizi görmemiz, heyecanlanmamız ve otoyolun ortasında durup, telefonla fotoğrafını çekmeye çalışmamızla sonuçlandı (konser afişinde, "Tüm halkımız davetlidir" yazıyordu).
E : Ben bunu görün diye yanlış yola girmiş gibi yaptım. Plan buydu aslında.

- Konser alanına girdikten sonra davulun olmadığını farkedip okuldaki davulu almak için bir otoparka gittik önce. Tuzla belediyesinin siyah plakalı, yeşil Nissan pikapıyla yola çıktıktan sonra benzin ibresinin sıfırda olduğunu farkettik. Zaten heyecanlı olan bünyeler "Acaba hangi caddede biter lan benzin" diye düşündü azıcık. Korktuğumuz olmadı gerçi, konsere yarım saat kala yetişebildik sahneye (lan).

- Sahneye çıkmadan önce kulislerde saati beklemeye alışkın olan (bkz : "Arkadaşlar nerdeyiiz? Kulisteyiiz" vidyoları) ekip üyelerine, sahne arkasında kıyafet değiştirmek zorunda kalmak hiç koymadı ya en çok buna şaşırırım. Bendeniz, arabada giyindim (süperman misali). Arabaya sivil girip, süper neşeli kostümümle çıktım 2 dakika içinde. Grup arkadaşlarım ise boxer'larındaki desenleri sahne arkasındaki seyircilere izlettiler.

- İlk şarkıya her zamanki gibi Elif'in akordeonuyla başladık (Hababam soundtrack). Tam o sırada, eline mikrofon alan bir görevli kelimesi kelimesine : "Evet, Tuzlulllar (Tuzlalılar demek istiyor) İşte o an geldi, Sabancı Üniversitesi Müzigis (Müzikus) grubundan Neşeli Günler karşınızda, alkışlarınızla" dedi.

- Haluk'un son konseri dolayısıyla ona bir sürpriz hazırlayıp Sessiz Gemi çaldık. Tam şarkıyı anons ettiğimizde, yine bir görevli (aynı adam mı bilmiyorum) : "Armağan bey, hazır duygusal konuşmaya başlamışken ... bikbikbik ... bizi eskilere götüren Neşeli Günler'e çiçek takdim edelim mi? (cevap beklemeden) Sayın kaymakamımız Mümin Heybet'i (1.60 boyunda halbuki) sahneye davet ediyorum. " dedi. Kaymakam gergin bir müzik arka planının eşliğinde sahneye çıkıp, indi. Kayıtları dinlerken bile korkuyorum hala (Paul McCartney öldi mü, ıssız Kaymakam geldi mü).

- 2. bisin ardından sahneyi terk etmek üzereydik ki, bir seyirci " Ama allahın hakkı üçtür" dedi. Cevab veremedik, şarkı çaldık. Hakkımızı teslim ettikten sonra da seyircilerden "Tuzla sizinle gurur duyuyor" tezahüratını duyduk.

- Fotoğraflarımızı çeken Cemre, Haluk'a
- Ağlasana olm, son konserin.
- Ne ağlıcam yea, çek işte böyle.

- Sahne ekipmanları, sahne düzeni, seyircilerin çokluğu, konser sonrası sahilde yenilen köfte, ardından Bostancı sahildeki muhabbet ve (galiba) uzun bir aranın başlangıcına gelmiş olan Neşeli'nin, aradan önceki son konseri olması gibi sebeplerden, benim hafızamdan uzun zaman çıkmayacak bir konser oldu Tuzla Sahil (Live) 2010. Hem sahne performansımız, hem müzik performansımız üst düzeydi.
Ayrıca en kaygısız konserimdi. Tuzla da, Müzikus'un peşini bırakmayacak gibi 2010'un sonuna kadar. Başka bir Tuzla konser sonrası yazısı gelebilir sanki, inşallah.

27 Temmuz 2010 Salı

prova

Müziği, nereden baksanız 10 senedir, gerek kulislerde konser heyecanı yaşayarak, gerek provalarda, gerekse dinleyici olarak yaşıyorum (gerek laptopumda). İlk olarak bağlama hocamın benden çalmamı beklememesine rağmen, elime tutuşturduğu notaları tek tek altına ne olduklarını yazarak çaldığım dersten zevk almıştım. Günümüze gelene kadar yaptığım müzik tarzı çok çok değişti. Türkülerden, eğlenceli pop-rock'a ne zaman dönüştü müziğim, tam olarak şemasını çizemesem de, siz anladınız işte. Değişmeyen ise bana hep zevk veren şey olmuştur : gitarın tellerinin parmaklarda yaptığı uyuşukluk.

En son Manisa konserinde (Neşeli Günler Kumpanyası, Haziran 2010) çalmıştım gitar. Bir buçuk ay olmuş. Bugünkü provaya gelene kadar ise, gitar kılıfında sessizce oturuyordu. Kılıfı açtığımda, o gür koku (tinerciler vs. kılıf koklayıcılar) yine burnuma saldırdı (gitar kılıfı kokusunu ayrı seviyorum). Provadan çıktığımda ise parmaklarım, gitar çalmadan geçen bir buçuk ayın etkisiyle alıştıkları yeni kültür ortamından ayrılmanın hüznüyle dolmuştu. İlk gitar çalmaya başladığımda, arkadaşlarıma parmak uçlarımı elletmiş, gözü yaşlı bir şekilde "Olm, nasır tutuyorlar. Artık parmaklarımı hissetmeyeceğim allam, ne güzel" diye dolaşmıştım. Bugünkü provadan sonra ise, yine o uyuşukluk-zonklama halini hissettim. Tatlı acı, beyaz yalan, mutluluk gözyaşları gibi tezat ikilemeleri yaşadım.

Çok da bir yere bağlamaya niyetim yok. Esat'a bi' geçmiş olsuna uğrayarak bitiyorum.

22 Temmuz 2010 Perşembe

üzüm

Uzun süredir uğraştığım java ödevimi hoca ile tartışmak için ofisine gitmek konulu bir mail attım. Dedim ki, "Hocam, yarın için bir "office hour" yazmışsınız, ama oda numarası yazmıyor, nerede oluyorsunuz o saatte". Cevap, "Vallaha bilmiyorum numarasını da, mühendislik binası part-time hoca ofisindeyim. Sekreterliğe yakın, sorsan oradakilere gösterirler." Bu tarif üzerine, okulu avucunun içi gibi bildiğimi iddia eden ben, durumumu bir kez daha gözden geçirmeye, fens'in derinliklerinde biraz daha gezinmeye niyetlenmiştim. Elimle koymuş gibi buldum odayı, tüm niyetlerim boşa gitti. Kampüste 10 kaplan gücündeyim.

"Üzümden filan" yapılan şey dedin de, canım rakı çekti. Hele şu mezelik şarkının üzerine : Sabahat Akkiraz - Gemi

Orhanlı kebab'ın yanındaki tekelin sahibi dedenin, Danimarka'nın Nobrain kentinden geldiğini düşünüyorum. Adamı görünce kafamın içinde bir ıslıktır çalmaya başladı. Zaten bize sattığı Binboğa Ice'tan (nam-ı diğer, strepsils) da hayır gelmedi, kustum.

Aranızda sarhoş olduğum zaman yaptığım rutinlerden haberi olmayan vardır belki diye yazıyorum. Başlık da üzüm olunca tabi, ister istemez aklıma böyle şeyler geliyor. Öncelikle kayboluyorum ben sarhoşken. Ya evin üçüncü katındaki tuvalette, ya da shuttle'a binmiş buluyorlar beni. İkincisi de acayip mesajlar atıyorum. Çok sarhoş olduğum gece Armağan'la mesajlaşmamı anlatıyorum :

A: Nerdesin?
M: 3. kattayiyi9
A: Napıyosun olm orda? Beşinci kata gel
M: zinn.ep otop og wktopng.

15 Temmuz 2010 Perşembe

java

dersteyim. 2 haftadır java'yı inceliyoruz ve ben çok başarılı buldum, yakında hastası olucam, hiç hoş değil, belirtmek istedim.

hiç adetim de değildir, böyle iki cümlelik blog'lar.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

düğün

Revzen'e dünya kupası üçüncülük-dördüncülük maçını izlemeye gittik birkaç arkadaşla. Sünnet düğünü varmış tam o saatlerde mekanda (ki mekanı bilmeyenler için konuşuyorum, hiç de sünnet düğünü mekanı değil, bildiğin nargileci orası. Tesis ve imkanların çok kısıtlı olduğu bir ülkede yaşıyoruz, evet). Geceye dair bir tespit : Düğün müziği sustuğunda maç daha 54. dakikadaydı. Biz buna şaşırdık, zira 80. dakika veya uzatmalarda zannediyorduk biz Emir'le birlikte. Tespiti de şöyle açıklayayım : Benim çocukluktan kalma bir huyum var, korkulu rüyam olan düğünlere karşı "kaçınılmazsa zamanın geçmesine bakacaksın" tavrı. Arkada düğün müziği eşlik ederken, ben "Öff, bitse de gitsek" diye kendimi ileri bir zamana atmışım meğer. Zaman makinası falan değil, geleneksel bir Türk düğünü (geleneksel sınırı halay ve zurnadır, bunlar yoksa geleneksel değildir) yetiyormuş olaya. Düğün müziği bittiğinde ise normal zamana dönmüş, ve "54. dakikada mıyız? Halbuki demin uzatmalardaydık, neler oluyor!!" diye şaşırmışım.

İkinci bir konu da şu ki, vuvuzelanın ve Ömer Üründül'ün sesini özledim (literally) (Bence literally'nin Türkçesi yeminle'dir, o konuyu da sonra konuşuruz bi ara. ). Maç esnasında Ömer Üründül'ün sesini duyamayınca gülemedim hiç. Farklı bir dünya kupasıymış gibi, sanki orası Afrika değilmiş gibi, Vaka Vaka yalanmış gibi hislere kapıldım. Ömer Üründül bir komedi unsuru, yorumcu kimliğiyle bir maç esnasında "Çok kral maç oluyo haa", yarı-final maçında da "Maç kritik" dedi. Bu cümleler maça zevk katıyor bence. Yorumcu olarak futbol terimleriyle boğmayan, hatta yanında elinde birayla maç izleyen bir adammışçasına "Oovv, iyi vurdu" gibi yorum yapan bir yorumcu da her maç esnasında bulunmuyor. Futboldan zerre zevk almayan bir insan olarak, nasıl oldu da dünya kupası maçlarını izleyebildim diye sormam artık kendime. Çünkü futbol gerçekten sadece futbol değil.

8 Temmuz 2010 Perşembe

buzlu badem

Yaz okulundan aldığım tek ders olan "Advanced Programing"i anlatan hocanın, SuCourse'a koyduğu ders programından anlamalıydık aslında değişik bir adam olduğunu. Ben bunu ikinci dersten anladım, size de anlatayım dedim.

Dersi mis gibi C++ varken, Java üzerinden anlatacak olması zaten ilgi çekmişti biz öğrencileri arasında. Yine de "Bence Java, C++'ı yok eder" üzerine bir konuşma bile yaptık ilk ders arası arkadaşlarla. Hocaya dönelim, adam İsrail'den gelmiş, ama Türkiye doğumlu, Türkçe'yi ana dili kadar olmasa da baya iyi konuşuyor. "Kartal'a dolmuşla nasıl gidiliyor" dedi ilk ders arasında (Derste İngilizce soru soran öğrenci bu soruyu duyunca sandalyeden düştü). Sınıf cevab veremedi haliyle (Şoktan değil ama, dolmuş kullanmadığımızdan). İlk dersin sonuna doğru hoca projeksiyona hem kendi laptobunu hem de sınıfın bilgisayarını bağladı. Sonra aniden durakladı bir saniyeliğine ve "Son zamanlarda gördüğüm, en güzel işleyen projeksiyon sistemi yalnız bu" dedi. Sebebi ise, gerçekten iki bilgisayar girişinin olmasıydı projeksiyonun. Bir bilgisayardan diğerine geçerken adamın gözleri doluyor, arkada bizim duyamadığımız ama hocanın duyduğu bir bando marşı çalıyormuş gibi göğsü kabarıyor falan. Zaten Java gibi bilgisayar teknolojisinin ilk ürününü anlatmayı tercih etmiş adam. Üzerine bir de bir görüntüden diğerine geçiyor diye projeksiyonu "dünyada bir numara, mesleğinde öncü teknoloji" yaptı ("Televizyon izlerken ayağa kalkıp alkışlıyor mudur acaba" dediğinizi duyar gibiyim). En son bombasını da bugün patlattı. "Klimanın sıcaklığını artırmama itiraz eden kimse var mı arkadaşlar?" diyen bir öğrenciye, "Dur dur, ben yapıyım, öğrenmiş olurum hem" dedi. Klimanın kontrolü ile bir süre bakışıp, "Üzerinde tek tuşu var, ona mı basıyorum" dedikten sonra, "Sağ tarafındaki bölmeyi açın hocam, ordan artırın ısıyı" deyip, hocanın yapamayacağını anlayan bir öğrenci tarafından işinden alıkonuldu. Öğrenci ısıyı ayarlarken, hoca kürsüye yürüdü. O anda suratındaki sırıtış şunları diyordu : "Of be, oğlum ben şimdi bunlar gittikten sonra nasıl da ayarlarım sınıfın sıcaklığını. Sonra ofisime gider, oradaki sıcaklığı -2 ye getiririm, ardından 23 derecede bırakırım. Aklıma başka şeyler de geliyor oda sıcaklığı ile yapılacak, ama onları da daha sonra yaparım, nasıl olsa sağ taraftaki bölmeyi açtım mı, tüm istediklerim bir tık kadar yakınımda."

Hayır, sevinsin, eyvallah, bir şey demiyorum, ama yarın, öbür gün birisi yanlışlıkla ağzından yurt odalarından saniyede 8mb ile film indirilebildiğini kaçırdığında, adamın bizi kafasında "Yurt odasında buzlu bademle akıl almaz şeyler yapan" öğrenciler olarak yorumlamasına nasıl engel oluruz onu bilmiyorum gerçekten.