3 Ağustos 2014 Pazar

Ağustos sıcak

Denizli'deki evdeyim yaklaşık 10 gündür, ve ağustos gerçekten çok sıcak. Evin içinde esen bir pencere bulursak eğer, kenarına kıvrılıp uyuyoruz. Eski çağlarda insanlar dere kenarlarına giderler ve ateş yakıp kenarında uyurlarmış ya, onun postmodern versiyonuymuş gibi düşünebilirsin bu durumu. Denizli'yi çok seviyorum ben hala ama her geçen gün kendimi buraya daha da az ait hissetmeye başlıyorum. Burada biraz izole yaşamaya başlıyorum sanki. Arada insanlarla ve akrabalarımla sosyalleşip sohbetleşiyorum tabii ki. Ama ne bileyim, bir noktada "Abi lütfen birbirimizi kandırmayalım, sen burda yaşamayacaksın, benimle boşuna sohbet etme" tadında telepatik bir sözleşme yapıyormuşuz gibi oluyor.

Ben kendimi nereye ait hissettim şu hayatımda? Sanırım adım attığım andan itibaren tam olarak ait olduğum yer Erbakır'dı. Sabancı'da ilk dönemi saymıyorum ama oraya da resmen kendi ruhumu emanet etmiştim. Sabancı'yla uzun süre tek vücut olmuştum denilebilir, ayaklı ve gezen Sabancı'ydım sanki. Yani Sabancı profilini tam olarak temsil ettiğimden değil, hatta bir anti-Sabancılı olarak kaleyi içten fethetmeye çalışan kamuflaj askeri gibiydim. Analojinin dibine vurmadan bu kısmı burda bitiriyorum. Ondan başka da pek aklıma gelmiyor "ev" hissiyatım.

Buraya kendime notlar tadında Sümer Kolçak'lık yapıyorum bazen ama sonra hiç okumuyorum ben onları :( Okusam da yazdığım zamanki gibi "abi şu tespitim var ya, ufff süper yaa" kafasında olmuyorum hiç. O yüzden ara ara okuyorum, "meh"leyip geçiyorum bazı yazılarımı. Bazılarına gerçekten gülüyorum ama. Şimdi yine kendime notlara başlayayım: Kafamın rahat olması çok önemli bir şeymiş. Bombay Bicycle Club'dan geliyor: "What if one of us had the guts tonight" tadında yaşadım bu yıl neredeyse. Ama İstanbul'dan dönerken neredeyse her şeyi "sıfırlayıp" geldim (allahım neden ufak göndermelerle dolu bir zihmin var ve neden bunları yazıya dökmeye çok meyilliyim?). Şu anda ağrısız başın ne kadar önemli olduğunu anladım. Ben net adamım. Kaos ile de ilerleyebiliyorum bu yıl yaşadığım üzere, ama kimseye bir faydam dokunmuyor. Üstelik kendimi de eğlendiremiyorum. Sanırım uzun süredir kendimi eğlendiremiyordum. Biraz da vakit öldürüyor, dürtülerimi söndürüyordum zaman zaman. Ya da alışmışken zor geliyordu başka şeyler. Mesela basketbol izlemek / oynamak, spor yapmak, kitap okumak, film izlemek, tiyatroya gitmek, yazı yazmak... Ben bunlara vakit ayıramadıkça, vaktim daha verimsizleşiyormuş. Bazen "zehri dışarı atmak" lazımmış. Tabi en kötüsü, bunların hepsini bilip de kendime laf anlatamamak.

Aynı şekilde bana zarar veren şeylerin de farkındayım. Bunların "addictions without consequences" olduğuna dair kendimi yalandan ikna ediyorum bir de. Son zamanlarda duyduğum en güzel GRE kelimesi "adulterate": Saflığın bozulması. Büyüdükçe saflığımız bozuluyor. Ufak yalanlar söylemeye önce kendimizle başlıyoruz. Sonra onları başkaları üzerinde deniyoruz. Halbuki ne kadar zor olabilir ki basit yaşamak? Baya zormuş. Sıkılıyormuş insan. Zihin de tembelleşiyor haliyle, "yaa bunu daha önce düşünmüştüm, uğraştırma beni, yap işte aynısını" tadında takılıyor. Bir de toplumsal yaşam var ki, o zaten bambaşka bir konu. İstemediğimiz şeyleri bize itirazsız yaptıran şeye toplum denir (istemediğimiz halde konuşmak zorunda olduğumuz kişilere akraba denir yazmıştı Ersin Karabulut, ordan esinlendim).

Saat de geç oldu, evde herkes tv karşısında uyumuş bile. Haydin iyi geceler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder